|
|
|
PEYGAMBERLERİN HAYATI
- ÇOCUKLAR SERİSİ
PEYGAMBERLERİN HAYATI
|
Adem (a.s)
Çok çok eski zamanlarda da, yeryüzünde hayat vardı. Denizler, ırmaklar, dağlar, taşlar, cins cins bitkiler, çeşit çeşit hayvanlar kısaca her türden canlılar vardı. Ama hiç insan yoktu.
Allahü teâlâ; meleklerine haber yerdi:
"Topraktan, insan denen bir varlık yaratıp, onu yeryüzüne halife kılacağım. Hepiniz ona secde ediniz."
Melekler, Yüce Allah'ın bu emri karşısında şaşırdılar. Gece gündüz, Allah'a ibadet ve itaatle meşgul oldukları halde, insan denen bu varlık nasıl olurda kendilerinden üstün olarak yaratıldırdı? Merak içinde sordular:
- Ya Rab! Yeryüzünde bozguncu ve kan dökücü kimseleri mi halife yapacaksın? Halbuki biz sana her zaman ibadet ediyor, seni överek yüceltiyoruz.
Allahü teâlâ, meleklerin bu sorularına cevap olarak şöyle buyurmuştur:
"Varlıkların yaradılışındaki derin sır ve ince hikmetler sizin bildikleriniz kadar değildir. Ben sizin bilmediklerinizide bilirim.
Melekler: "Şüphesiz Rabbimiz her şeyi bilir. Faydasız bir şey yaratmaz" diyerek beklemeye başladılar.
Nihayet Allahü teâlâ, ilk insanı, yani Hz. Adem'i topraktan yarattı. Ona en güzel şekli verdi. Ve ona kendi ruhundan üfledikten sonra, ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. Daha sonra Hz. Adem'in bütün yaratılmışlardan üstün olduğunu göstermek için bir imtihan yaptı.
Meleklere varlıkların isimlerini sordu. Bu konuda bilgileri olmadığı için, "Ya Rab! senin bize öğrettığin, ilimden başka bir bilgimiz yok" diyerek cevap veremediler. Sıra Hz. Adem'e gelmişti. Adem aleyhisselâm, eşyanın isimlerini teker teker sayıp, özelliklerini belirtince, Allahü teâlâ meleklerine hitaben; "Size yerde ve gökte olan, herşeyi ancak ben bilirim demedim mi?" diyerek tüm meleklerin Hz. Adem'e secde etmelerini (hürmet için) buyurdu.
Bütün melekler, Yüce Allah'ın emri üzerine Hz. Adem'e secde etmişlerdi.
Sadece Şeytan secde etmemişti. Çünkü: Şeytan kendini, Hz. Adem'den ve diğer bütün varlıklardan daha üstün görüyordu. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Ey Iblis! seni secde etmekten alıkoyan nedir?" diye buyurdu. Seytan bu terbiyesizliğinden dolayı tövbe edip af dileyeceği yerde kendini haklı göstermeye çalıştı. "Ben Adem'den daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." diyerek, kibirli davranışını sürdürmeye devam etti.
Bunun üzerine Allahü teâlâ:
"Bulunduğun makamdan in. Rahmetimden çık git.
Sen artık küçülenlerdensin." diyerek şeytanı huzurundan ve Cennet'inden kovdu.Şeytan yaptığı hatayı anlamıştı.
Ama kibri, gururu yüzünden affedilmeyi hatırına bile getiremiyordu. Korku içinde Allahü teâlâdan son bir dilekte bulundu. "Bana kıyamete kadar ömür ve müddet ver." Bunun üzerine Yüce Allah, ona: "Senin ömrün kıyamet gününe kadar uzatıldı" diye buyurarak, Şeytana hayatta kalacağı müjdesini verdi.
Şeytan izni aldıktan sonra yine tövbe ve şükür etmesi gerekirken isyancı tutumunu sürdürdü.
- Ey Rabbim, Adem'e secde etmediğim için beni huzurundan kovdun.Bende bundan sonra senin doğru yolun üzerinde oturarak, insanları doğru yoldan saptırmak için pusuda bekleyeceğim. Onların sana isyancı olmaları için elimdem ne geliyorsa yapacağım.
Böylece Şeytan, Hz. Adem'e ve nesline olan düşmanlığını açıkça ilân ediyordu.
Yüce Allah daha sonra, Hz. Adem'i yalnızlıktan kurtarmak, hemde insan neslinin çoğalması için Hz. Adem'e eş olarak, hayat arkadaşı olarak, Hawa annemizi yarattı. Ve onları Cennet'ine yerleştirdi.
Yüce Allah, onları Cennet'e' koyduktan sonra, bir
yasak getirmişti. Cennet'te bulunan bir ağaca
yaklaşmayacak ve meyvesinden yemeyeceklerdi.
Insanoglunun en büyük düşmanının Şeytan olduğu
konusunda uyarılan Hz. Adem ile Hawa cennetteki
tüm nimetlerden ve güzelliklerden, faydalanıyor,
mutlu bir şekilde yaşıyorlardı." .
Hiç bir dertleri, hiç bir endişeleri yoktu. Açlık ve susuzluk çekmiyorlardı. Ancak cennetin kapısı ve çevresinde dolaşan şeytanın nefesini her an hissediyorlardı. Yasak meyvadan haberdar olan, Şeytan Hz. Adem ile Hawa'nın peşinden ayrılmıyordu. Ne varki Şeytan'ın bütün teşebbüsleri her seferinde boşa gidiyordu.
Şeytan, yine bir gün onlara cennetin kapısı yakınlarında musallat oldu. "Rabbiniz bu ağacı niye yasakladı sanıyorsunuz? O ebedilik ağacıdır.
Meyvesinden yiyince sonsuza kadar cennette kalırsınız. Haydi ne duruyorsunuz. O meyveden yiyin ve cennetten hiç çıkmayın. Bakın benim halime, cennetten kovuldum ve bir daha geri dönemiyorum.
Hz. Adem ile Hawa sonunda şeytana uydular ve yasaklı ağacın meyvesinden yediler. Yüce Allah'ın emrine karşı geldikleri için ikisininde üzerindeki elbiseler uçup gitmişti. Çırılçıplak kalmışlardı. Utançlarından ölecek gibi olmuşlardı. Yerden topladıkları ağaç yaprakları ile çıplak vücutlarını örtmeye çalıştılar. Yaptıkları hatayı anlamışlardı.
Ama ne yazıkki iş işten geçmişti.
Allahü teâlâ onlara hitaben:
- "Ben size bu ağacı yasaklamamısmıydım? Şeytan
sizin düşmanınızdır dememişmiydim.
Neden emrimi dinlemediniz?" diye buyurdu.
Hz. Adem ile Hawa suçlarını kabul edip, ağlaya sızlaya yalvarmaya başladılar. "Ya Rabbi bizi affet! Bizi bağışla. Eğer affetmezsen halimiz nice olur?
Şeytan Hz. Adem ile Hawa'nın tövbe ederek kurtulacaklarını düşünememişti.
O her ikisininde Allah'ın rahmetinden tamamen uzaklaştırılacağını sanıyordu. Ancak Yüce Allah'ın iyi kullarını, günah işlediklerinde, tövbe ettikleri taktirde, affedebileceğini bilmiyordu. Zaten bilse idi; insanoğlunun peşini bırakırdı.
Allahü teâlâ, Hz. Adem ile Hawa'yı yeryüzüne indirirken, Şeytanda dahil olmak üzere hepsine şöyle hitap etti. "Birbirinize düşman olarak yeryüzüne ininiz!"
Artık bundan böyle Şeytan ile insanoğlu arasındaki düşmanlık ve büyük mücadele yeryüzünde devam edecekti.
Çünkü Şeytan kendi isyanına ve rahmetten mahrumiyetine insanfn sebep olduğuna inanıyor, bunun içinde bütün varlığı ile insanoğluna düşmanlık besliyordu.
Dünya cennet gibi değildi. Burada insanoğlunu bekleyen, türlü zorluklar vardı. İnsanoğlu kendisine
verilen ilim ve akıldan faydalanarak, bu zorluklarla yaşamayı ögrenecek, zamanı gelince de ölecekti. Ama bu ölüm ebedi yok olma değildi. Zamanı gelinceyeniden dirilecek, dünyada yaptıklarının karşılığıni;yani; iyilikse mükâfat, kötülükse cezasını çekecekti.
Yüce Allah, Hz. Adem'i ilk insanlara hem baba hemde peygamber yapmıştı. Dünya hayatında insanların uymaları için ona on sahifelik bir kitap indirmişti. Buna SUHUF denir.
Hz. Adem, bu yasaklara; hem kendi uydu. Hem de çocuklarının uymasını sağladı. Onlara başından geçenleri anlattıktan sonra, Şeytana uymamalarını, bu dünyaya geçici olarak geldiklerini, kıyametten sonra tekrar dirileceklerini, asıl sonsuz hayatın ise ahirette olacağını öğretti.
Hz. Adem, bin yıl yaşadıktan sonra, vefat etti. Oğulları onu Kubeys dağına defnettiler. İki sene sonra ise Hawa annemiz vefat edince, onuda yanına gömdüler. Işte biz insanlar, Allahü teâlânın yarattığı ilk insan olan, Hz. Adem ve onun eşi Hawa'nın soyundan gelmekteyiz. Melekler, Hz. Adem'e "Ebu Muhammed" yani Muhammed'in babası derlerdi. Çünkü Sevgili Peygameberimiz Hz. Muhammed'in nuru onun alnında parlıyordu. Bu nur sonradan Hz.Hawa'ya ondanda Hz. Şit'e geçmişti.
|
Habil ile Kabil
Hz. Adem ile Hz. Hawa yeryüzünde ayrı ayrı yerlere indirilmişlerdi. Uzun zaman birbirlerinden ayrı yaşadılar. Allahü teäläya hep yalvarıp, çokça tövbe ettiler. Yüce Allah (c.c.) tövbelerini kabul edip onlar: Mekke civarında; "ARAFAT" denilen yerde buluşturdu.
Hz. Adem ile Hz. Hawa'nın buluşmalarından sonra, insan nesli süratle çoğalmaya başladı. Hawa annemiz her doğumda: biri erkek, biri de kız olmak üzere, ikiz doğuruyordu.
İlk doğumdan olan erkek çocuğa Kabil adını vermişlerdi. Daha sonraki doğumdan olan erkek çocuğun ismi ise Habil idi. Sinirli ve kıskanç bir yapıda olan Kabil, tarla işlerine bahçeye ve ağaçların bakımına yardım ediyordu. Kardeşinin aksine yumuşak huylu ve sakin bir çocuk olan Habil ise, hayvanların bakımı işiyle uğraşıyordu. Kız kardeşler ise evde annelerine yardım ediyorlardı.
Nihayet gençlerin evlenecekleri zaman gelip çatmıştı. Kabil ile doğan kız Habil'e, Habil ile doğan kız Kabil'e verilecekti. Çünkü, Yüce Allah böyle buyurmuştu.
(İnsan neslinin çoğalması için, önceleri kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Yine de birlikte doğan, kız ve erkek çocuklar birbiriyle evlenemiyor, bir önceki ya da bir sonraki çocuklar birbirleriyle evlenebiliyorlardı. Zamanla insanlann çoğalması belli bir seviyeye gelince (Hz. Nuh döneminde) bu duruma; yani kardeşlerin birbiriyle evlenmesine bir son verilip bu durum yasaklandı.
Habil'in alacağı kız, yani; Aklima, Kabil'in alacağı kızdan daha güzeldi. Öteden beri Habil'i kıskanan Kabil bu durumu kabul etmiyordu. Hz. Adem ile Hz. Hawa'nın tüm çabaları sonuç vermemişti. Çünkü Kabil bu düşüncesinde oldukça ısrarlıydı. Bu nedenle ailede huzur kalmamıştı.
Günlerce düşünüp taşındıktan sonra bir çözüm yolu buldular. İki kardeş de yüce Allah'a birer kurban takdim edeceklerdi.
Allahü teälä kimin kurbanını kabul ederse, Aklima'yı o alacaktı. Habil kurban için koyunlarından en güzelini seçmişti. Yüce Allah'a ancak böyle iyi bir kurbanı takdim edebilirdi. Kabil ise uzun süre düşünüp taşındıktan sonra, kurban olarak bir tutam buğday taktim etmeyi uygun görmüştü.
O zamanlarda, Yüce Allah kabul ettigi kurbana bir ateş gönderip onu yakardı. Kabul olunmayan kurban ise olduğu gibi kalırdı.
Kurban sahibinin ise yüzü kararırdı. Bu adet; Benî İsrail zamanına kadar devam etmiş, daha sonra Allahü teälä tarafından kaldırılmıtı.
Her iki kardeş, kurbanlarını götürüp yüksek bir tepede yan yana koymuşlardı. Ertesi gün gidip baktıklarında, Habil'in kurbanının yanmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine kıskançlık duyguları daha da kabaran, Kabil iyice köpürmüş, babası ile annesini suçlamaya başlamıştı.
Kurban sahibinin ise yüzü kararırdı. Bu adet; Benî İsrail zamanına kadar devam etmiş, daha sonra Allahü teälä tarafından kaldırılmıştı. Her iki kardeş, kurbanlarını götürüp yüksek bir tepede yan yana koymuşlardı. Ertesi gün gidip baktıklarında, Habil'in kurbanının yanmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine kıskançlık duyguları daha da kabaran, Kabil iyice : köpürmüş, babası ile annesini suçlamaya başlamıştı.
O gece hiç uyumamıştı. Gece boyunca hep Habil'i nasıl öldüreceğini tasarlayıp durmuştu. Habil koyunları otlatmak için uzaklara gittiğinde, gizlice peşinden gidip, onu münasip bir yerde kıstıracaktı.
Ertesi gün geldiğinde, Habil yine her zamanki gibi, koyunları otlatmak için dağlara çıkmıştı. Şeytan ise Kabil ile beraberdi. Kabil'e kardeşini öldürmesi için habire uyarılar yapıyordu. Kabil bu sese uyarak, gizlice kardeşini takip etmeye başlamıştı.
Habil her zamanki yerde hayvanları serbest bırakıp bir ağacın gölgeliğinde istirahate çekilmişti. Arkasındaki hışırtı ile, irkilen Habil, geriye döndüğünde ağabeyi Kabil ile göz göze gelmişti. Kabil burnundan soluyor, gözlerinden kin ve nefret pırıltıları saçıyordu. Habil, Yüce Allah'ın yardımıyla onun niyetini anlamıştı.
- Ey Kabil niyetini anlıyorum. Yapmak istediğin Yüce Allah'ın buyruğuna karşı gelmektir. Yemin ederim ki öldürmek için elini bana uzatsan dahi, ben seni öldürmek icin elimi uzatacak değilim.
Çünkü ben, kainatın Rabbı olan; Allah'tan korkarım.
Habil, Kabil'den daha güçlü ve kuwetli olduğu halde, ağabeyine karşı gelmek istemiyordu. Çünkü o Allah'tan korkuyordu. Onun bu hali Kabil'i dahada öfkelendiriyor kıskançlık damarlarını daha da kabartıyordu. Habil'in umursamaz bir tavırla oradan uzaklaşmak istemesi sonucunda hiddete kapılan Kabil, yerden bir taş alıp, kardeşinin kafasına hızla vurdu. Canı yanan Habil yere düştükten sonra, yine Kabil'e el kaldırmamıştı.
Çünkü ben, kainatın Rabbı olan; Allah'tan korkarım.
Habil, Kabil'den daha güçlü ve kuwetli oldugu halde, ağabeyine karşı gelmek istemiyordu. Çünkü o Allah'tan korkuyordu. Onun bu hali Kabil'i dahada öfkelendiriyo kıskançlık damarlarını daha da kabartıyordu. Habil'in umursamaz bir tavırla oradan uzaklaşmak istemesi sonucunda hiddete kapılan Kabil, yerden bir taş alıp, kardeşinin kafasına hızla vurdu. Canı yanan Habil yere düştükten sonra, yine Kabil'e el kaldırmamıştı.
Bunu fırsat bilen, Kabil, elindeki taş ile kardeşi Habil'in kafasına vurmaya devam etti. Şeytan galip
gelmişti. Kabil'in aklını başından alıp çılgına döndürmüştü bir defa. Böylece toprağa düşen ilk kan,
yeryüzündeki ilk cinayetin habercisi olmuştu. Habil'in Kabil'e acıyan gözlerle bakması bile Kabil'i
durdurmaya yetmemişti. Aldığı darbeler sonucu, Habil ruhunu teslim etmişti...
Uzun süre kardeşinin cesedi başından ayrılmayan Kabil, sanki donup kalmıştı. Bir türlü hareket edemiyor, ne yapacagını bilemiyordu. Deminden beri kendisine yol gösteren, şeytandan, ses seda gelmiyordu artık. Ne yapacagını ne edeceğini, bilemeden uzun süre öylece kalakaldı. Gün gittikçe çekiliyor, gölgeler ise uzuyordu. Panik içindeki Kabil donuk gözlerle etrafı süzüyorken, birden bir karganın gagası ile toprağı eşelediğini farketti.
Karga bir müddet, toprağı kazdıktan sonra, yanıbaşındaki karga ölüsünü iterek, açtığı çukura atmış, sonrada toprakla üstünü örtmeye başlamıştı.
Yerinden doğrulurken, "Yazıklar olsun, bir karga kadar bile olamadım" diye fısıldayıverdi. Hemen, sert bir ağaç parçası bularak, yumuşak toprağı kazmaya başladı. Bu sırada Hz. Adem ile Hz. Hawa, çocuklarının gelmediğini görünce onları aramaya koyulup Habil'in, hayvanları otlattığı yere doğru geliyorlardı.
Çocuklanna seslenerek olay yerine doğru ilerleyen, Hz. Adem, birden Kabil'in panik içinde kaçtıgını görünce, hızla oraya gitti. Yerde kan lekeleri ve örtülmüş toprağı görünce, Habil'in başına gelenleri anladı. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akmaya başladı. Kabil'in ardından "Kardeşine ne yaptın" diye bağırıp duruyordu.
Korkudan ne yaptığını bilemeyen Kabil kaçmaya devam ediyordu. Yeryüzünde şeytana uyan, ilk insan olan Kabil, babasının bedduasını duymuyordu bile.
- Ey Kabil hiç bir zaman rahat yüzü görme. Sen artık istenmeyen lanetli bir insansın.
Üzüntü içinde evine dönen, Hz. Adem olup bitenleri güçlükle anlatmıştı ailesine. Herkes üzüntüsünden kahrolmuştu. Artık kendine yer olmadığını bilen Kabil kız kardeşini de alarak evi terketmişti. Kendisinden bir daha da haber alınamadı.
|
Hz. Nuh
Hz. İdris göğe çekilmeden önce halkı aydınlatmaları için ümmetinden bazı din alimlerini görevlendirmişti. Bu alimler, Arap yarımadasının farklı yörelerindeki insanlara doğru yolu göstermek için, ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Güzel ahlakları ve tatlı sohbetleri sebebiyle, halk tarafından, sevilen ve sayılan bu alimler, vefat ettikten sonra, insanlar onları hayırla anmak ve hatıralarını yaşatmak için heykellerini yapmaya karar verdiler. Bunun üzerine Vedd. Suva, Yegüs, Yeük, Nesr adlı bu çok kıymetli kişilerin heykelleri yapıldı.
Daha önce iman edenler, farz ibadetlerini yapıyor. bunun yanı sıra bu heykellerin etrafında, toplanıyor, onların nasihatlerini hatırlıyor ve gösterdikleri doğru yoldan ayrılmamaya çahşıyorlardı. Önceleri iyi niyetle yapılan bu hareketler, ileriki zamanlarda, yanlış sonuçlar vermeye başladı. Çünkü bu heykellerin dikiliş gayesini hatırlamayan, bilmeyen insanlar, zamanla bunlara tapmaya başladı. Yeryüzünde Yüce Allah'ı terkedip puta tapınma adetide böylece başlamış oluyordu. Artık insanlar Allah'a ibadetten uzaklaşıp, kendi elleriyle yaptıkları, tahtadan, tunçtan, çamurdan heykellere tapıyorlardı.
Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Nuh'u kırk yaşındayken peygamberlikle görevlendirdi. Hz. Nuh Mezopotamya'da bugünkü Küfe şehrinin bulunduğu yerde yaşıyordu. Hz. İdris'in torunuydu. Peygamberlik görevini alınca önce halkı tek tek gizliden gizliye davete başladı. Belli bir müddet sonra ise davetini açıktan açığa yapmaya başladı.
- Ey kavmim Allah'a ibadet edin. Ondan başka ilahınız yoktur. İyi yürekli, temiz ve güzel ahlaklı olanlar, bu davete evet demişlerdi. Bunların çoğunluğunu yoksul kimseler oluşturuyordu.
Zengin kibirli zalim kötü huylu kimseler ise putperestlikte ısrar ediyor, üstelik, Nuh Aleyhisseläm'a
ağır hakaretlerde bulunuyorlardı. Onlar Hz. Nuh'u dinlememek için, kulaklarını tıkıyor, yüzünü
görmemek içinde elbiseleriyle başlarını örtüyorlardı. Putperestler, Hz. Nuh'a inananların azda olsa artmaya başladığını görünce bu gidişe engel olmak için, müminlerle alay etmeye onları küçük düşürücü, kötü davranışlarda bulunmaya başladılar. Halbuki Hz. Nuh ve müminler onların kötü davranışlarını sabırla karşılıyorlardı.
- Ben size, gönderilmis güvenilir bir peygamberim.
Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Yoksa sizi mahvedecek günün azabından korkuyorum.
Putperestler ise ona şöyle karşıhk veriyorlardı:
- Ey Nuh sen peygamber olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki sende bizim gibi bir insansın. Bir insan nasıl peygamber olur. Üstelik senin yanında olanlar, aşağı tabakadan, fakir ve yoksul insanlar. Eğer davanda haklı olsa idin, bizim gibi akıllı ve zengin insanlarda, sana tabi olurdu. Senin bizden ne gibi üstün bir tarafın varki sana uyalım.
- Benden önce gelen peygamberler, birer insan oldugu gibi, bende bir insanım.
Çünkü insanlara ancak benim gibi bir insan klavuzluk yapabilir. Bana inanan kimselerin, fakir olmaları davamın doğrulugunu gölgeleyemez. Yüce Allah insanların soyuna sopuna, zenginliğine fakirliğine bakmaz. Allah insanların dindarlığına kalbindeki Allah korkusuna bakar.
Putperestler; Hz. Nuh'un servet sahibi olmak niyetiyle, böyle davrandığını iddia ettikleri zaman, onlara: "Ben Allah'ın bana verdigi görev karşılığında hiç bir maddi menfaat beklemiyorum. Benim tüm çabam, sizin Dünya ve Ahiret mutluluğunuz içindir" diye cevap veriyordu.
Hz. Nuh'a inanmayan putperestler, başvurdukları • bütün metodların, sonuçsuz kaldığını görünce, sinsi taktiklere başvurmayı denediler.
- Ey Nuh sen yanındaki fakirleri yanından kov ve uzaklaştırki bizler sana itaat edelim. Cünkü biz onlarla bir araya gelemeyiz.
Ancak Hz. Nuh onların bu teklifini geri çevirdi.
- Ben onları asla kovamam. Yüce Allah'a inanan herkes birbirinin kardeşidir. Şunu iyi biliniz ki, sizlerin hepinizi şu halinizle, onların bir tekine bile tercih etmem. Yoksa Yüce Allah'ın azabından beni kim kurtarır.
Bu sözler üzerine putperestler iyice kızdılar. Hatta Hz. Nuh'u tehdit ettiler.
- Eğer davandan vazgeçmezsen, seni asla yaşatmayız.
Sinsi planlarının başarısızlıkla sonuçlandığını gören putperestler, müminlere işkence ve zulüme başladılar. Bunun üzerine Yüce Allah ceza olarak onlara 40 sene yağmur yağdırmadı. Bu yüzden bütün malları bağları bahçeleri, hayvanları telef oldu. Can derdine düşüp
müminlerle uğraşmaz oldular.
Hz. Nuh putperestlerin, bütün bu olanlardan bir ders alıp belki bundan sonra yola gelebileceklerini düşündü. Ve bu nedenle onları yeniden Allah yoluna davet etti.
- Ey kavmim, başınıza gelen bütün bu belalar, işlediğiniz günahlar ve kusurlar yüzündendir. Allah'a
ibadeti terkedip, putlara tapmakla, Yüce Allah'ı gazaplandırdınız.
Eğer daha büyük belalara uğramak istemiyorsanız, hepimizi yaratan Yüce Allah'a imän ediniz.
Bütün bu olanlardan ders alıp imäna gelecekleri yerde, iyice kuduran putperestler, çok ağır konuşmaya başladılar.
- Yeter artık sabrımızı taşırıyorsun. Bizi tehdit edip duruyorsun. Eger söylediklerin doğru ise, getir şu belaları yagdırda görelim.
- Ey kavmim azabı ben degil, bütün alemlerin yaratıcısı olan Yüce Allah verir. Başınıza bir felaket geldiğinde, kurtulmak için neyinize güveniyorsunuz? Kaçıp kurtulacak yeriniz varmı?
Kaçacağınız her yer Allah'ın mülküdür. Eğer Allah azabın gelmesine hükmetmişse, bilinki ondan kurtuluşunuz olmaz. Hiç bir kuwet o azabı geri çeviremez.
Hz. Nuh tam 950 yıl kavmi için çırpınıp onların Allah'a imän etmesi için çabalayıp durmuştu. Artık yapabilecek fazla bir şey yoktu. Azabı kendileri istemişti.
- Ya Rabbi yıllardır onları doğru yola davet ettim. Ama beni hiç dinlemediler. beni dinlememek için „ kulaklarını tıkadılar. Fakirleri küçük görüp büyüklük taslayan bu zalim topluluğa yenik düştüm. Aramızdaki hükmü sen ver. Eğer onları sağ bırakırsan puta tapmaya devam edecekleri gibi sana inananlarıda yoldan çıkaracaklar.
müminleri sen koru ve onlara merhamet et.
Hz. Nuh'un duası üzerine Yüce Allah ona, şöyle buyurdu.
- Ey Nuh, sana vahyedecegimiz, şekilde bir gemi yap. Sonra yer ile gök birbirine karışıp, zalimler heläk olurken, sakın onlara acıyıp benden bir istekte bulunma. Çünkü onlar bu azabı hakettiler.
Hz. Nuh, Yüce Allah'ın yardımı ile büyük bir geminin yapımına başladı. Geminin nasıl yapılacağı Cebrail Aleyhisseläm tarafından tarif ediliyordu. Hz. Nuh ve müminlerde o tarife göre hareket ediyorlardı. Onları gören putperestlerde alay etmekten geri kalmıyorlardı.
- Ey Nuh. Ne o yoksa peygamberliği bırakıpta marangozluğumu seçtin?
Günler aylar böyle geçtikten sonra gemi bitmek üzereydi. Yüce Allah, Hz. Nuh'a: Geminin bitiminden sonra, büyük bir tufanın başlayacağını haber vermişti. Ayrıca imän edenlerle, ailelerini ve birde her hayvandan bir çiftin gemiye alınmasını emretmişti. Bütün hazırlıklar bitince müminler, "Bismillah" diyerek gemiye bindiler. Hayvanlarda gemiye yüklenmişti. Kısa sürmediki tufanın belirtileri görülmeye başladı. Hz. Nuh'un karısı ile bir oğlu kafirlerle birlik olup gemiye binmemişti. Nuh Aleyhisseläm babalık ve peygamberlik şefkati ile belki son anda imäna gelirler düşüncesiyle, oğluna seslendi.
- Ey oğulcağızım. Gel bizimle beraber ol. Kafirlerle birlik olma. Bu sırada gökyüzünü kaplayan kara kara bulutlardan bardaklardan boşalırcasına dökülen yağmurlar ile yerlerden kabarıp fışkıran sular birleşerek, önce derecikler, sonrada kocaman nehirler meydana getiriyordu. Nehirlerinde birleşmesiyle oluşan gölcükler ve göllerde gittikçe yükseliyor korkunç bir hızla her tarafı kaplıyordu.
Hz. Nuh'un oğlu babasının teklifini reddedip küfüründe ısrar ediyor, bu olayların her zaman olduğu gibi meydana gelen normal mevsim yağışlarından biri gibi görüyordu.
fırtınalar, koca koca dalgalar oluşturuyor, bu dev dalgalarda kafirleri bir bir yutuyordu. Bütün bunlara rağmen onlar hälä imän etmiyor, dağlara yüksek yerlere çıkarak bu tufandan, kurtulabileceklerini sanıyorlardı. Bu sırada Hz. Nuh'un oğluda, dalgalardan kurtulmak için, hızla dağa doğru tırmanıyordu. Kafirlerin çoğu boğulup gitmişti.
Hz. Nuh'un oğluna yalvarışları yakarışları fayda etmemişti. Oglu ile son bir defa göz göze geldifäen sonra, dev bir dalga oğlunu alıp yutmuştu. O da diğer imänsızlar gibi boğulup gitmişti.
Tevekkül içinde, ilähi adaleti izleyen müminler Nuh'un gemisinde, Hz. Nuh ile birlikte, günlerini hamd ve şükürler içinde geçiriyorlardı.
Gemi ise dağlar büyüklügündeki dalgalar arasında bir fındık kabuğu gibi dalgalanıp duruyordu. Nihayet müminlerin sabrı sona ermişti. Yüce Allah'ın dilemesiyle yağmurlar durup yerden fışkıran sular çekilmeye başlamıştı. En yüksek dağları dahi kaplayan, azgın dalgalar, tek bir putperest bırakmadıktan sonra, gerisin geriye çekilmiş, dev dalgalar durulmuş, sular ise gittikçe alçalmaya başlamıştı.
Nuh'un gemisi, musul yakınlarında Cudi adındaki küçük bir dağın tepesine oturmuştu. Karalar iyice kuruyup, yaşamaya elverişli hale gelince, Hz. Nuh ile müminler, Yüce Allah'ın izniyle, 10 Muharrem günü gemiden indiler. Şükran borcu olarak oruç tuttular.
Gemideki yiyecek ve içeceklerden artan malzemeleri birbirine katarak, "ASURE" adını verdikleri yeni bir yemek yaptılar.
Tufandan sonra, 60 yıl daha yaşayan Hz. Nuh 1050 sene yaşadıktan sonra,. vefat etmiştir. Her işinin başında "Bismillah' sonunda ise "Elhamdülillah diyen, Hz. Nuh her zaman yüce Allah'a çok
sükrederdi. Bu yüzden Kuran-ı Kerim'de "Şekur" (Çok
şükür eden) sıfatıyla anılmıştır.
Yüce Allah daha sonra Hz. Nuh'un zürriyetini bereketlendirdi. Yeryüzüne yayılıp çoğaldılar. Bu
yüzden Hz. Nuh'a ikinci ADEM denmistir.
|
Hz. Hud
Tufandan sonra, gemiden karaya ayak basan müminler, zamanla çoğaldılar ve çeşitli bölgelere yayıldılar. Artık yeryüzünde Hz. Adem'den sonra, ikinci bir hayat başlamıştı. Hz. Nuh'un torunlanndan olan "AD" Yemen'de; Hadramut civarındaki Ahkaf'a yerleşmişti. Ad sülälesi zamanla çoğalıp, büyük kalabalıklar oluşturmuş ve "AD KAVMİ" diye anılır olmuştu. Bulundukları yer oldukça bereketli idi. Suyu yağmuru bol, toprağı ise verimli idi. Bu yüzden yemyeşil bağlar bahçeler yapmışlar, türlü türlü sebzeler meyveler yetiştirmişlerdi.
Boylu poslu, güçlü kuwetli, oldukça yakışıklı olan Ad
kavmi; "Ahkaf'ı adeta cennete çevirmişti. Bağlık
bahçelik, şehirlerini; mermer sütunlar üzerine kurulu,
muhteşem binalar, saraylarla bezemişler, şehrin her
tarafını parklar, havuzlar, bahçeler ve heybetli
caddelerle süslemişlerdi. Bu güzel belde, yani Ahkaf
“İREM" adı ile şöhret olmuştu.
Manevi ve ahlaki değerlerden uzaklaşan Ad kavmi, servetini ve gücünü kötü işlerde kullanmaya başlamıştı.
Komşu şehirleri baskı ve zulüm altına alan, Ad kavmi, gelip geçen yolcularla da alay ediyor, yollara yanlış işaretler koyup, yolcuları yanıltıyor, ellerinde ne varsa alıyor, soyup soğana çeviriyorlardı. Sahip oldukları servet ve kuwet, onları kibre sürüklemişti. Bütün bu nimetlerden dolayı Yüce Allah'a şükredeceklerine, kendi yaptıkları putlara tapıyorlardı.
Azgınlıkları daha da artınca, Yüce Allah Ad kavmine; oldukça yumuşak huylu, kalbi merhamet ve şefkat duygularıyla dolu olan Hud'u Peygamber seçmişti.
Dürüstlüğü, cesareti zekäsı ile kavmi arasında sevilen ve sayılan bir kişi olan Hud Aleyhisseläm Peygamberlik görevini alınca aynı soydan geldiği bu azgın insanlara tebliğe başladı.
- Ey kavmim yalnız Allah'a ibadet edin. Başkasına kullukta bulunmayın. Çünkü ondan başka iläh yoktur. Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz.
Ad kavmi yoldan çıkmıştı bir kere. Kolay kolayda
imana geleceğe benzemiyordu.
Bu yüzden Hud Aleyhisselämın nasihatlerine şiddetle
tepki gösterdiler. Onu akılsız olmakla ve yalancılıkla
suçladılar.
Ancak Hud Aleyhisseläm sabırlıydı. Onları gayet
yumuşak bir dille cevapladı.
- Ey kavmim, ben alemlerin tek yaratıcısı olan, Yüce
Allah'ın peygamberiyim. Bende çılgınlık ve akıl
eksikliği yoktur. Allah doğru yolu göstermek için
aranızdan beni peygamber seçti.
Ad kavmi insafa gelmiyor, üstelik küstahça çevaplar vererek, Hud peygamberi üzüyordu.
- Ey Hud, belliki tannlanmız seni çarpmış. Bu yüzden ne yaptığını ne söylediğini bilmiyorsun.
- Ey kavmim Yüce Allah sizlere; develer, koyunlar, sığırlar, bağlar, bahçeler türlü türlü nimetler verdi. Bütün bu nimetler için ona şükür ve hamd etmelisiniz.
Allah'a kulluk etmeyip, nimetlere şükretmezseniz korkarım ki hepinizi büyük felaketler bekliyor.
Hz. Hud kendisine verilen, peygamberlik vazifesini
yerine getirmeye çalışıyor, kavmini gelecek olan
azaptan kurtarmak istiyordu.
Ancak onlar böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyor, azabın kendilerine ulaşamıyacağını sanıyorlardı.
- Ey Hud. Bizi hep gelecek olan, azap ile korkutup
duruyorsun. Atalarımız ne yaptıysa biz de aynısını
yapıyoruz.
Eğer bu davranışlarımız bir azabı gerektiriyor ise niye
atalarımıza böyle bir azap gönderilmedi? Biz ne sana,
nede senin rabbine inanmıyoruz. Madem doğru
söylüyorsun, bizi korkuttugun azap gelsinde görelim.
Ad kavmi açıkça azabı istiyordu.
Çok geçmedi ki azabın ilk belirtileri görülmeye başladı. Gürül gürül akan pınarlar, dereler kurumaya başladı. Yeşillikler sararıp yok oldu. Ünlü İrem bağları kuruyup viraneye döndü. Hayvanlar telef oldu. Gün geldiki insanlar bir dilim ekmeğe, bir yudum suya muhtaç oldular.
Kibirli iri yapılı Ad kavminde dermaftsızlık başladı. Nesilleri yavaş yavaş kuruyordu. Devamlı esen kum ve rüzgarın oluşturduğu tozdan ve dumandan dolayı zorlukla nefes alabiliyorlardı. Bütün bu olaylar oluyorken, Hz. Hud'da halkı uyandırmaktan geri kalmıyordu.
- Ey kavmim, Yüce Allah'tan af dileyin. Ona tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur göndersin gücünüze güç katsın.
Tüm bu belaların hiç biri Ad kavmine gerekli dersi vermeye yetmemişti. Ders almadıkları gibi tam tersine Hz. Hud'a saldırmaya onu suçlamaya başladılar.
- Ey Hud defol git başımızdan. Belki de bu belaların hepsi tanrılarımızı kızdırdığın için senin yüzünden başımıza geldi. Ad kavmi, başlarına gelen belalardan, sorumlu tuttukları Hz. Hud'u halk önünde küçük düşürüp, yok etmeyi, öldürmeyi düşündüler.
Bu nedenle ondan olmadık isteklerde bulunmaya
başladılar. Hz. Hud'da onlara çeşitli mucizeler
gösterdi. Bu mucizeleri görüpte şahip olduktan sonra,
bütün planları suya düşen putperestler, rencide olan
gururlarını kurtarmak için Hz. Hud'un putlar
tarafından cezalandırılarak delirdiği fikrini öne
sürdüler. Hz. Hud her ne yaptıysa, ne ettiyse, onları
bu inatlarından geri döndüremedi.
Asıl korkunç azabın, yakında gelip çatacağı bütün putperestlerin, yok olacağı, müminlerin ise kurtulacagı Hz. Hud'a Allah tarafından, vahiy yoluyla bildirildi.
Bir sabah vakti Hz. Hud, müminleri etrafına topladı. Çok geçmedi ki ufukta siyah bir toz bulutu belirdi.
Ufukta gittikçe büyüyerek yaklaşan siyah bulutu göreı Ad kavmi sevinç çığlıkları atmaya başlamıştı.
- İşte yağmur bulutu.
- Nihayet kuraklık sona erecek.
- Bağ ve bahçelerimiz suya kavuşacak.
Putperestlerden bir kaç kişi, Hud peygamberi bulup onunla alaya başladılar.
- Ey Hud gördünmü? Bak işte yağmur bulutları da geliyor. Yakında kuraklık bitecek. Bakalım şimdi ne diyeceksin? Hz. Hud'un cevabı onları yine de etkileyememişti.
- Hayır! O görünen can yakan, azap veren bir rüzgarın habercisidir. Yüce Allah'ın izniyle önüne ne çıkarsa yok eder.
Bunun üzerine olacaklardan haberdar olan Hz. Hud müminlerle beraber oradan uzaklaşmıştı.
Yağmur bulutu sandıkları bulutun, gittikçe yaklaştığını gören Ad kavmi, şükür için putların önünde dans ediyor, onlara dualar ediyorlardı. Ancak sevinçleri kursaklannda kalmıştı. Ansızın esen şiddetli bir kasırga her tarafı çepeçevre sarıverdi. Kur'än'da "Sarsar" ismiyle belirtilen bu rüzgar, çıkardığı korkunç sesle; kulakları zonklatıyor, agaçları kökünden söküyor, koca sütunlan bir bir deviriyordu. İnsanlar adeta bir saman çöpü gibi havada savrulup duruyorlardı.
Savrulmamak için sarıldıkları ağaçlar, sütunlar onları koruyamıyor, sıgınmak için girdikleri mermer sütunlu saraylar bir bir başlarına yıkılıyordu.
Bizden daha kuwetli kim olabilir diye böbürlenen Ad kavmi, bu korkunç rüzgarın tesiriyle bir kül yumağı gibi savruluyor, çaresizlik içinde çırpınıyorlardı.
Fırtına tam 7 gün 8 gece boyunca sürüp durdu. Ad kavmindeki putperestlerden, kimse kurtulamamıştı. Hayvanları dahil tek canlı sağ kalmamıştı.
Hz. Hud imän eden 4 bin mümin ile birlikte İrem şehrinden ayrılıp, Mekke civarına giderek oraya yerleşti. Vefatına kadar yaklaşık on yıl gibi orada yaşadı.
Kendilerinden zayıf olanlara zulüm edip güçleri ve kuwetleri ile gururlanıp diger insanları küçük görmeleri zenginliklerini ahlaksızlık ve eğlence yolunda harcamaları ve en önemlisi Yüce Allah'ı bırakıp puta tapmalan Ad kavminin sonunu getirmişti.
|
Hz. Sâlih
Hz. Nuh'un oğullarından olan Sam'ın neslinden gelen, "SEMUD KAVMİ" Şam ile Hicaz arasındaki "HİCR" denilen bölgeye yerleşmişlerdi. Burada çoğalıp büyüyen bu kabile, zamanla büyük bir kavim oldu. Yüce Allah onlara bol nimetler verdi. Önceleri bu nimetlere şükreden Semud kavmi, zamanla şükrü terkettiler.
Dokuz kabilenin birleşmesinden oluşan Semud kavmi, yazları sıcak günlerde yüksek yaylalara dağlara çıkarlar, taşlara oydukları büyük, saraylarda yaşarlardı. Kış mevsimi gelipte soğuklar bastırdığında aşağı vadiye iner orada yaptıkları köşklerde yaşarlardı.
Zamanla hak dininden uzaklaşan Semud kavmi ağaçtan, taştan yapma putlara taparlardı.
Semud kavminin ileri gelenlerinden, Ubeyd adlı bir zatın oğlu olan Salih, güzel ahläkı, hoşgörüsü, fakirleri ve zayıflan kollayıp korumasıyla herkesin gönlünü almıştı. Hz. Salih 40 yaşına geldiğinde Yüce Allah tarafından kendisine peygamberlik görevi verildi. Semud kavmi ondaki fazilet ve olgunluğu gördükleri için ileride Hz. Salih'ten istlfade etmeyi düşünüyorlardı. Bu nedenle onun putlara tapmayışını bile anlayışla karşılıyorlardı.
Hz. salih peygamberlik görevini alınca halkı Hak'ka davete başladı.
- Ey milletim, yalnızca Allah'a ibadet edin. Ondan başka ilah yoktur.
Hz. Salih'in bu davetine milletinden pek az insan iman ederken, çoğunlugu ona inanmadılar.
- Ey Salih, sen bizim için ileride bir ümit kaynağı bir
ışıktın. Senden çok şeyler beklediğimizi biliyorsun. Ancak sen beklentilerimizin aksine, atalarımızın, dinini terkedip, bizleride aynı şekilde, hareket etmeye davet ediyorsun. Çıkardıgın bu huzursuzluk, senin gibi dost ve güvenilir birine doğrusu hiç yakışmıyor. Gel bu davandan vazgeç ki huzur içinde yaşayalım.
Hz. Salih davasından vazgeçmiyordu. Vazgeçemezdi de. Onu caydırmak için kaba kuwet hariç her yolu denemişlerdi. Tabi bu en son çareydi. Çünkü Hz. Salih köklü ve güçlü bir aileye mensuptu. Hısım, akrabaları ona iman etmeseler bile, Hz. Salih'e gelecek bir zarardan dolayı, kendilerine düşman olabilirlerdi.
- Hz. Salih'in maksadı bizi kandırıp elimizdeki malları almak.
- Hayır, hayır, onun malı bizden çok. Olsa olsa bize reis olmak arzusundadır.
- Bana kalırsa onun akıldan yana noksanlığı var. Hz. Salih halkı Hak dinine davete devam ediyordu. Ancak Hz. Salih'in nasihatleri onlara çok ağır geliyordu.
- Ey Semud halkı, siz yaşadığınız bu cennet misali
mekända, ebedi olarak yaşayacağınızı mı
sanıyorsunuz? Sizin gibi yaşayıpta buralarda ebedi
kalan var mı? Bu evlerin, bu bağ ve bahçelerin, ilk
sahipleri kimlerdi? Belki onlarda sizin gibi ebedi
kalacakmışçasına hareket ediyorlardı. Fakat vakti
gelince hepside ölüp gittiler. Sizde daha öncen gelip
geçenler gibi, vakti zamanı gelince ölüp gideceksiniz.
Sizlerin yerine de başkaları geçecek.
Ahirette, herkes gibi yaptıklannızdan dolayı teker
teker hesaba çekileceksiniz.
Öyle ise henüz fırsat elde iken, bana tabi olun. Biliniz ki, sizi aldatıp, Yüce Allah'a isyan ettirenler yarınki İlähı azaptan sizi de kendilerini de kurtaramayacaklardır. Çünkü onlarda sizin gibi aciz insanlardır.
Semud kavmi; Hz. Salih'i inkär ediyor, onu müminlerin önünde küçük düşürmek için türlü türlü çareler arıyorlardı.
Yüce Allah Semud kavmine ceza olsun diye bütün sularını kesti. Yalnızca bir kaynaktan su geliyordu.
Onun dışında bütün kaynaklar kurumuştu. O kaynak
halkın ihtiyacına yetiyor ise de bağlara ve bahçelerine
yetişmiyordu. Bütün bu beläların Hz. Salih yüzünden
başlarına geldiğini düşünen Semud halkı, onu imän
edenlerin yanında küçük düşürmek için, bir bayram
günü, daha önceden, hazırladıkları plänlarını
uygulamaya koyuldular.
- Ey Salih sen bizim içimizde, doğup büyüdün. Bizim bildiğimiz Salih, böyle karmaşık sözlerle bizi putlarımızdan vazgeçirmeye çalışmazdı. Olsa olsa sen büyülenmişsindir. Bu yüzden ne söylediğini bilmiyorsun Nasıl olurda bir insandan peygamber olur.
Eğer iddiända haklı isen, şu karşı dağdaki sarp kayadan kızıl tüylü ve 10 aylık hamile dişi bir deve çıkarıver. İşte o zaman sana inanır ve imän ederiz.
Hz. Salih putperest Semud halkının niyetini anlamıştı. Ancak hiç telaşlanmadı. Çünkü iyi biliyordu ki Rabbi her zaman en sıkıntılı anında imdadına yetişmişti. Hz. Salih vahiy yoluyla gerekli izni alıp onların bu isteğini kabul etmişti. İsteklerini kabul ettiği taktirde imän edip etmeyeceklerini sordu. Hepsi mucize gerçekleşirse imän edeceklerini söylediler.
Hz. Salih'e mucize sonucu meydana çıkacak olan — devenin, kaynağın suyunu tek başına içeceği, göğüslerindeki sütün ise sağmakla bitmeyeceği vahiy yoluyla bildirilmişti. Ancak Hz. Salih'in bir endişesi vardı. O da devenin, öldürüleceği düşüncesiydi. Onlardan devenin öldürülmeyeceği konusunda söz aldıktan sonra, namaz kılarak, rabbine dua etti. Kendisini utandırmamasını niyäz etti.
Mucize gerçekleşmişti. Kızıl tüylü on aylık hamile dişi deve Yüce Allah'ın izni ile, kayaların arasından çıkıvermişti. Bu sonuç inançsızları şok etmiş, onları adeta delirtmişti. Karanlık beyinleri öylesine körelmişti ki, bu mucizenin Allah'tan geldiğine inanmıyorlardı.
Bu yüzden Hz. salih'i büyücülükle sihirbazlıkla suçladılar. Müminler ise bu duruma oldukça sevinmişler. İmänlarına imän katmışlardı. Hz. Salih orada bulunanları, deveye zarar vermemeleri için uyardıktan sonra, Yüce Allah'a şükürde bulundu. Artık su içme işi nöbete bağlanmıştı. Kaynagın suyunu bir gün deve içecek, bir günde insanlar kullanacaktı.
Mucize gerçekleştiği halde, Semud halkının çoğu imana gelmemiştl. Böylece Semud'lular inananlar ve inanmayanlar diye ikiye ayrılmışlardı.
Mucize sonucu zuhur eden deve, yavrusuyla beraber, şehir dışında kırlarda, gezinip dolaşıyor, nöbet günü ise suyunu içtikten sonra, kuyunun başında bekleşiyordu. Müminler hayvanı gördükçe onu seviyor, okşuyorlardı. Kafirler ise öfkelerinden kuduruyor, hayvanı öldürmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.
İçlerinden birkaçı hayvanı öldürmeye teşebbüs ettiysede Hz. Salih'in ikazı sonucu bu niyetlerinden vazgeçmişlerdi. Ancak kafirlerin içindeki deveyi öldürme arzusu bir alev gibi yanıyor gittikçe kabarıyordu. jçlerinden Kıdar adlı bir şahıs ve onun sekiz yakın arkadaşı bu işi üzerlerine alıp, kalabalık bir günde, su içmekte olan deveyi göstererek;
Şimdi onu öldürelimde kendini peygamber ilan eden Salih'in vaadettiği azabı bir görelim hele" diyerek Hz. Salih'i alaya aldıktan sonra deveyi öldürmüşlerdi. Hz. Salih bu işi yapanlara acıyan gözlerle bakmış sonrada onlara şöyle hitap etmişti.
- Ey milletim nedir bu sizin yaptıgınız? Sizin için bir imtihan vesilesi olan bir deveyi kestiniz. Dağları aşan günahlarınıza bir o kadarını daha iläve ettiniz. bütün bu yaptıklarınıza rağmen çok merhametli olan, Yüce Allah'a tevbe ediniz ki onun azabı sizlere ulaşmasın.
Semud halkı tevbe etmediği gibi aläylarını sürdürüp, tevbe kapısını tamamen kapamıştı.
Semud kavmi, deveyi öldürmekle ızdırap ve
sıkıntılarından kurtulacaklarını sanıyorlardı. Ancak Hz.
Salih'in tehdit dolu sözleriyle, daha sıkıntılı daha
ızdırap dolu saatler başlamıştı.
- Ey Semud halkı üç gününüz kaldı. Birinci gün
yüzünüz sararacak, ikinci gün kızaracak, üçüncü gün
ise siyahlaşacak. Dördüncü gün gelecek olan azap ise
hepinizi yok edecek.
Deveyi öldürenler bununla yetinmeyip, Hz. Salih'i ve
yakınlarından ileri gelenleri de öldürmeyi planlamışlardı.
Gerçektende ilk gün Semud'lu putperestlerin yüzleri
sararmıştı. Bu onları kahrediyordu.
Her geçen saatte, felakete daha da yaklaşıyor olmalan endişesi onlan korkudan delirtiyordu.
İkinci gün yüzleri kızarmaya başladığında , daha yıkılmış daha çökmüş bir halde, korkuyla bekleşiyorlardı. Üçüncü gün yani yüzlerinin karardığı gün, suikastı yapacak olan dokuz kişi ani bir baskın yaptı. Ancak Hz. Salih ile müminler İlähi bir emirle orayı gizlice terkettikleri için suikastten kurtulmuşlardı. Kafirler Hz. Salih'i bulamayınca, iyice kudurmuşlardı. Bu sırada müminlerle beraber hicr şehrini terkeden Hz. Salih korkunç gürültünün ardından, şehrin üzerindeki toz bulutunu görünce müminlere, kafirlerin yok oluşunu haberdar etti.
- Ey kavmim sizden hiç bir karşıhk beklemeden, Rabbimin emrini anlattım. Başınıza bu felaket gelmesin diye, sizlere nasihatler ettim. Dinlemediniz. Bu yüzden sonunuz felaket oldu.
Yanındaki müminlerle beraber, Şam tarafına giden Hz. Salih, Remle kasabasına yerleşmiştir. Bir rivayete göre Hadramut tarafına gittiğide söylenmiştir. Semud kavminin yok olmasından sonra yirmi sene daha yaşayan H2. Salih yüz elli sekiz yaşında Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Hz. Ibrahim (1)
Tufandan sonra Hz. Nuh'un torunlanndan bazdan Irak tarafma yerleşmişler, Fırat nehrine yakın bir yerde BABİL şehrini kurmuşlardı, Babil halkı ilerleyen zamanlarda hak dinini terketmiş, güneşe ve yıldızlara tapmaya başlamışü. Taptıkları her yıldız için bir put dikmişlerdi. Bu putlann; yıldızlar katında kendilerine şefaatçi olacağına inanıyorlardı. Oluşturduklan bu yeni dine Sabiilik adını vermişlerdi.
Babil'e kral NEMRUD hükmediyordu. Hükümdarlar arasında başına ilk defa taç takan; kral Nemrud, oldukça zalim idi.
Sahip olduğu mal mülk vesaltanat ile kibirlenir, ilahlık
taslardı.
Kuraklık ve kıtlık zamanlannda kendisinden yiyecek isteyen halka "Rabbiniz kim?" diye sorar. "Nemrud" diye cevap verene yardım eder, ilahlığını kabullenmeyeni boş gönderirdi. Nemrud bu şekilde Babil'i hakimiyetine almıştı. İnanç yönünden bu derece sapıklık bataklığına gömülmüş olan Babil halkı kendine hak yolu gösterecek bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.
Sarayında çok sayıda kahin ve müneccim besleyen, Nemrud, müneccimlerinden birinin kehanetiyle sarsılıp şoka girmişti.
- Ey haşmetli hükümdarımız, Ey Babil halkının koruyucusu ve yöneticisi, yıldızlar kötü bir haber veriyor. Bu sene ülkende doğacak bir çocuk, senin dinini değiştirecek. Bu yüzden, bu sene doğacak olan bütün çocukları öldürmelisin.
Korkudan telaşa düşen Nemrud askerlerine emir vererek, şehiri sıkı bir kontrol altına aldı. Yeni doğan çocuklar hunharca öldürülüyordu.
Hemrud'un "AZER" adında çok güvendiği bir adamı vardı. Nemrud ona olan güveni nedeniyle Azer'i puthane sorumlusu olarak görevlendirmişti. Nemrud'a olan yakınhğı sebebiyle, Azer hatırı sayılır, nüfuzlu bir kimse idi.
Doğacak çocuklann öldürülmesi emri verildiği zaman Azer'in hanımı hamile idi. Fakat bunu kimseler bilmiyordu. Azer doğacak olan çocuğunu kurturmanın çarelerini araştırmaya başladı. Sahip olduğu ayrıcalık sayesinde, bu isteğini rahatlıkla gerçekleştirdi. Hanımını kolayca şehrin dışına çıkarıp onu Basra ile Küfe arasındaki, Kuse köyü yakınlannda bir mağaraya götürdü. Azer çocuklarını putperest olarak yetiştirdiği için, doğacak çocuğununda kehanette bahsedilen, çocuk olmayacağından emin bir halde hanımını mağarada bıraktı. Babil şehrinden çok çok uzaklarda, bir mağarada gözlerini dünyaya açan İbrahim diğer çocuklardan farklı olarak çok çabuk büyüyordu.
Bu mağarada bir kaç yıl anne ve babasından başka kimseyi görmedi. Her davranışında bir fevkaledelik görülen, küçük İbrahim, bir gün annesine şöyle dedi:
- Anneciğim benim Rabbim kimdir?
- Benim yavrum.
- Peki senin Rabbin kimdir?
- Baban yavrum.
- Ya Babamın rabbi kimdir?
Annesi İbrahim'in yaşından beklenmedik bu soruları karşısında hayrete düşmüştü. Telaşla olanları kocasın. anlattı. Bahsedilen çocuk kendi oğlu olabilirmiydi
Yinede bu soruları çocukluguna verip önemsememişti. Ancak birgün aynı sorularla kendisi karşılaştı.
- Ey Babacığım, benim Rabbim kimdir?
- Annendir oğlum.
- Peki Annemin Rabbi kimdir?
- Benim.
- Senin Rabbin kimdir?
- Nemrud.
- Peki ya Nemrud'un Rabbi kimdir?
Bu sual Azeri çok sinirlendirmişti. Bunun üzerine oğlunu azarladı.
- Sus artık. Bir daha böyie şeylere kafanı takma.
Küçük İbrahim ilähi bir davanın önderi olacağı mesajını daha o yaşında hal ve tavarlarıyla açıkça belli etmişti. Günlerden bir gün Azer, oğlunun dogumunu gizlediğini arkadışlarına anlattı.
- Acaba oglumu meydana çıkarsam Nemrud ona birşey yapar mı?
- Nemrud o hadiseyi çoktan unuttu bile. Sen oglunu meydana çıkar artık.
Arkadaşlarının kendini rahatlatması üzerine Azer oglu İbrahim'i mağaradan çıkarmıştı.
İbrahim artık büyümüş delikanlı olmuştu. Azer diğer oğullarına yaptığı gibi İbrahim'inde eline birkaç put tutuşturup, satması için onu çarşıya göndermişti.
Ancak küçüklüğünden beri hiç bir zaman putlara ilgi göstermeyen İbrahim, putların boynuna bir ip takarak, onları yerlerde sürükleye sürükleye çarşıya gitti.
- Fayda ve zarar vermekten aciz olan bu putları kim ahr?
Bu olayı görenler İbrahim'e kızıyor ancak babasının
nüfuzundan dolayı İbrahim'e bir şey diyemiyorlardı.
Bu olay böyle devam edip durdu. Kardeşleri her akşam
putları satarak eve döndükleri halde İbrahim'in bir tek put bile satamadan, eve dönmesine bir anlam veremeye Azer, neler oluyor diye meraklanmaya başlamıştı. Ancak kısa sürmedi ki ahali İbrahim'i babasına şikayet ediverdi. Azer oğlunun putları sevmediğini biliyordu. Ama bu güne kadar belki düzelir diye, hiç bir şey yapmamıştı. Nihayet oğlunu yanına çagırdı. Hz. İbrahim'e çok genç yaşta peygamberlik görevi verilmişti. O, yaşından çok olgun bir şekilde babasının huzuruna çıkıverdi.
- Ey Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan, bu cansız varlıkları kendine ilahmı görüyorsun?
Azer oğlunun sözleri karşısında, hem şaşırmış, hem de kızmıştı.
- Sen ne dediğinin farkında mısın? Böyle konuşma cüretini kimden alıyorsun?
Hz. İbrahim daima Babasına saygılı olmuştu.
- Babacıgım Allah tarafından bana peygamberlik verildi. Sana öğretilmeyen ilim bana öğretildi. Milletime hak yolunu göstermekle görevlendirildim. Bana tabi ol sana hakkı anlatayım.
Babil halkının tehditkar tutumu Hz. İbrahimi
davasından asla geri döndüremezdi. Çünkü onun
yüreği Allah sevgisiyle hınca hınç doluydu.
- Siz bir olan Allah'a şirk koşmaktan korkmazken,
ben sizin putlarınızdan mı korkacağım?
Babil halkı bayram günlerinde kurbanlar kesip çeşit
çeşit yemekler pişirirlerdi. Sonrada hazırladıkları bu
sofraları, putların yanına yerleştirerek, şenliklere
başlarlardı. Gülüp eğlendikten, kutlama merasimlerini
bitirdikten sonra da putların yanına bıraktıkları
yemekleri, büyük bir iştahla yerlerdi.
Yine bir bayram günü idi. Yemekler puthaneye
putlann yanına bırakıldıktan sonra, bayram yerinde
toplanıp eğlenceye başladılar.
Hasta olduğunu bahane ederek, eğlenceye katılmayan Hz. İbrahim, kimsenin olmamasından istifade ederek puthaneye girdi. Putlara alaycı bir ifade ile bakıp; "Haydi buyurunuz, şu yemeklerinizi afiyetle yeyiniz. Haydi benden utanmayınız" dedikten sonra, putları bir balta ile kırıp parçalamaya başladı.
Sadece MADRUK adlı putu kırmadı. Elindeki baltayı onun boynuna asıp sonra oradan ayrıldı.
Putperest Babil halkı, bayram yerinden, döndükten sonra, putların halini görünce çok şaşırdılar. Öfkelerinden deliye dönmüş adeta kudurmuşlardı.
- Kim bu küstah?
- Onu bulup cezalandıralım.
- Her kim ise, yaptıklarını yanına bırakmayalım.
- Bu işi olsa olsa Azer oğlu İbrahim yapmıştır.
- Evet evet oldum olası putlarımızı sevmedi. Her zaman onlarla alay ederdi. Bu işi ondan başkası yapmış olamaz.
- Evet mutlaka o yapmıştır. Haydi gidip onu bulalım. Köşe bucak Hz. İbrahim'i aradıktan sonra onu yakaladılar.
- Ey İbrahim ilahlarımıza bu hakareti sen mi yaptın? Hz. İbrahim gayet sakin bir şekilde boynuna balta asılı putu kasdederek, "Belki onu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorsa ona sorun" diye cevapladı.
Hz. İbrahim'in bu sözleri üzerine, müşrikler donup kalmışlardı.
Anlamsız bakışlarla birbirlerini tarayıp durdular. Kimse verecek cevap bulamıyordu. Öyle ya, madem ki bu putlar ilahları idi, elbette kendilerini kimin kırdığını bilmeli, söylemeliydiler.
Dahada önemlisi kendilerini savunmalıydılar. Konuşmaktan ve kendilerini savunmaktan aciz olan bu odun ve taş parçalannı ilah saymakla hatamı ediyorlardı?
Ancak şeytan onları dogru yola gelmekten alıkoyuyordu. Gencecik bir delikanlıya inanmayı, ona tabii olmayı bir türlü gururlarına yediremiyorlardı.
- Ey İbrahim. Sende gayet iyi biliyorsun ki bu putlar konuşmazlar. Anlaşılıyor ki bu işi sen yaptın.
Hz. İbrahim de bu cevabı bekliyordu. Hemen taşı gediğine koydu.
- O halde niçin alemlerin yaratıcısı olan Allahü teäläyı terkedip de, kendilerini bile koruyamayan bir tek kelime bile konuşmayan, kimseye zarar veya faydası olmayan putlara niçin tapıyorsunuz? İnsan hiç kendi yonttuğu şeye taparmı?
Bu cevaptanda anlaşılacagı gibi putları, Hz. İbrahim kırmıştı. Ona gereken cezayı vermek için hapse attılar.
(I. BÖLÜM SONÜ)
|
Hz. Ibrahim (2)
Hz. İbrahim'in hapise atılmasından, Nemrud'da haberdar olmuştu. İlahlara, yıldızlara tapmayan bu genci merak etmişti. Onu huzuruna aldı. Hz. İbrahim'i küçümsedikten sonra, hırıltılı bir sesle homurdandı.
- "Söyle bakalım delikanlı. Senin Rabbin kimdir. Ne iş yapar?" diye sordu.
Hz. İbrahim gayet sakin bir şekilde Nemrud'u cevapladı.
- Benim Rabbim o zattır ki, hem hayat verir, hemde alır. Diriltmekte, öldürmekte onun elindedir.
Kibirli Nemrud, rnağrur Nemrud sarayın her tarafından duyulacak bir kahkaha patlattı.
- Bu da işmi yani. Ben de öldürür ve diriltirim. Şimdi
neler yapabileceğimi gör bakalım.
Muhafızlarına emir veren Nemrud karşısına getirilen zavallı, fakir sahipsiz birinin hemen öldürülmesini istedi. Muhafızlar zavaliıcığı hemen oracıkta katletti. Herkes korku dolu gözlerle olanları seyrediyordu. Az sonra da huzura getirilen, diğer bir zavallıya da çil çil altınlar, mal ve mülk vererek salıverdi. Sonra da Hz. Ibrahim'e doğru dönerek ilahlık tasladı.
- Gördünmü işte herkesde şahit oldu. Bak bende birini öldürdüm. Bir diğerini ise dirilttim.
Hz. İbrahim Nemrud'a acıyan gözlerle bakmıştı. Nemrud öldürmek ve diriltmekten ne demek istediğini anlamamıştı. Ya da anlamak istemiyordu. Ona haddini bildirmek lâzımdı. Hz. İbrahim'de öyle yapacaktı. Deminden beri kendisini küçümseyen, Nemrud'a iman dolu bir bakış fırlattı. Nemrud bir an sarsıldı. Aslında Hz. İbrahim'in birazdan söyleyecekleri ile daha da sarsılacaktı.
- Ey Nemrud benim Rabbim güneşi dogudan dogdurur. Eger ilahlık davanda ısrar ediyorsan sende güneşi batıdan doğdur da görelim.
Hz. İbrahim'den böyle zekice bir teklif beklemeyen Nemrud şaşkınlıktan, önce neredeyse küçük dilini yutmuş sonrada öfkesinden kudurmuştu. Herkesin içinde küçük düşmüştü. Meraklı gözlerle, kendisini izleyen bu kadar adamı karşısında verecek cevap bulamıyordu. Çaresiz insanların, sıkıştıkları zaman yapabileceği tek şeyi yaptı. Öfke içinde bağırıp duruyordu. Kimse korkudan başını kaldıramıyordu.
- Çabuk şu densizi zindana atın. İlahlanmıza karşı gelmenin cezasını ona ödetecegim. Bu yaptıkları yanına kâr kalmayacak.
Nemrud'un öfkesi dinmiyordu. O kadar insanın gözü önünde küçük düşmeyi onuruna yediremiyordu. Akıl hocaları, dalkavukları onu rahatlatmak istediler.
- Efendim ona gerekli cezayı verirsiniz olur biter. Yeter ki siz üzülmeyin.
- Onu ateşe atmalısınız. Böylece cezasını çekmiş olur. Bu fikir, Nemrud'un hoşuna gitmişti. Adamlarına hemen yakacak odun toplamalarını emretti. Hz. İbrahim'in ateşe atılarak cezalandırılacağını herkes duymuştu. Günlerce odun toplandı. Dağ gibi bir odun yığını meydana getirildi. Nihayet odunlar tutuşturuldu. Ateşin şiddetlendiği an yer gök aleve boyandı.
Sıcaklığı çok uzaklardan bile hissedilmekteydi. Karşı tepeye kurulu olan mancınığa, konularak ateşe atılacak olan Hz. İbrahim mancınığa dogru götürülüyordu. Bu dehşet verici olayı seyredebilmek için Babil'de kimse kalmamıştı. Herkes olay yerine toplanmış, korku ve merak içinde bekleşiyordu.
Hz. İbrahim mancınığa yerleştirildi. Muhafızlar onu ateşe atmak için Nemrud'un emrini bekliyordu. Dağ, taş bütün canlılar, tüm melekler Allah'a yalvarıyor, Hz. İbrahim'in kurtulması için niyazda bulunuyordu.
- Ey Rabbimiz bu kavim içinde; seni bilen tanıyan sana ibadet eden, sadece Hz. İbrahim var.
Oysa onu ateşe atıyorlar. izin verinde şu kavmi yerle bir edip Hz. İbrahim'i kurtaralım, diye yalvarıyorlardı. Yüce Allah ise onlara;
- "Onun durumunu ben daha iyi bilirim. O eğer sizden yardım isterse edin, Eğer yalnız bana güvenip dayanır, benden yardım dilerse ona benim yardımım kâfidir" karşılığını vermişti.
Nemrud'un emriyle mancınık fırlatıldı. Hiç bir telaş ve korku belirtisi göstermeyen Hz. İbrahim ateşin ortasına doğru uçuyordu. Ateşe dogru yol alırken, "Allahın yardımı bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ben ona dayanıp güveniyorum" demişti.
Yüce Allah, canı gönülden, tam bir teslimiyet içinde kendisine dayanıp güvenen hiç bir kulunu yalnız bırakmazdı. Hele hele bir peygamberini asla. Yüce Allah'ın emri Hz. İbrahim'in imdadına yetişti.
- Ey ateş, İbrahim için serin ve zararsız ol. İlahi emir üzerine ateş Hz. İbrahim'i yakmadı. Ateşin ortasında güllük gülüstanlık serin bir bölge oluşmuştu. Hz. İbrahim burada hiç bir zahmet ve sıkıntı çekmedi. Bu sırada Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı anda, Nemrud lehine müthiş bir tezahürat gösteren Babil halkı, bu olaya alkış tutuyordu.
- Gördünüz mü İbrahim bizi ateşle korkutuyordu. şimdi kendisi ateşe girdi.
Hz. İbrahim'in dev ateş kümesinin ortasına düşüşünü
bir müddet iştahla seyreden, Nemrud ve Babil halkı
onuh yanıp kül olduğuna kanaat getirince yavaş yavaş
dağılmaya başladı. Tam 7 gün yanıp durdu koca odun
kütlesi. Bu 7 gün boyunca, heryerde bayramlar
kutlanıyor, herkes yiyip içip eğleniyordu. Son gün
alevler azalıpta sönmeye yüz tuttuğunda herkes
dehşete düşmüştü. Hiç kimse gözlerine inanamıyordu.
Hz. İbrahim alevlerin tam ortasında ibadet ediyor.
Allaha yakarıyordu.
Nemrud şaşkınlıktan ne yaptığını bilmez bir vaziyette dolanıp duruyor, halk ise korku ve dehşet içinde Hz. İbrahim'i seyrediyordu. Hz. İbrahim'in ateşte yanmaması, ateşin ona tesir etmemesi onun davasının haklılığını apaçık sergiliyordu. Ancak müşriklerin hiç biri bunu kabul etmek istemiyordu. Gördükleri bu gerçeğin arkasında başka başka manalar aramaya başladılar.
- Ateş O'nu yakmıyor.
- Evet evet ateş ona tesir etmiyor. Bu adam şeytan olmalı. Cünkü şeytan da ateşten yaratılmıştır.
Hz. İbrahim'e cok az kimse inanmıstı.
Bunlardan biri kardeşinin oğlu Lut, amcası kızı Sare ve daha bir kaç kişiden ibaretti. Sare daha sonra Hz. İbrahim ile evlenip eşi olacaktı.
Hz. İbrahim'e artık kimse korkudan ilişemiyordu. Bir müddet daha halkı Hakka davet etmekle meşgul oldu. Ancak ümidini kestikten sonra, ilahi emir gereği Hicret'e hazırlandı. Gitmeden öncede Babil halkına son ikazını yaptı.
- Ey kavmim gördügünüz apaçık delillere ragmen beni
hep yalanladınız.
Artık aramızda hiç bir sevgi, dostluk ve akrabalık bağı
kalmadı.
Aramızdaki ebedi düşmanhk, siz iman edinceye kadar devam edecektir.
Hz. İbrahim milletine son uyarıyı yaptıktan sonra Babil'den hicret etti.
- Ey milletim. Ben Rabbimin bana emrettiği bir beldeye gidiyorum. Umarım ki Yüce Allah beni dini ve dünyevi isteklerimi gerçekleştireceğim bir memlekete ulaştınr.
Hz. İbrahim müminleri de yanına alarak Şam taraflarına doğru yola koyulduktan sonra, Cenab-ı Allah'ın gönderdiği sivrisinek sürüleri Babil'i perişan etti. Halkın çoğu sivrisinekler tarafından öldürüldü.
Geride kalanlar da rahatları bozulduğu için babil'i terketmek zorunda kaldılar.
Sivrisineklerden biri de Nemrud'a musallat olmuştu.
Malı, mülkü ile gururlanan Nemrud ufacık bir
sivrisineğe teslim olmuştu. Her nereye kaçarsa kaçsın
ondan kurtulamıyordu. Koca Nemrud aciz durumlara
düşmüş. Kibrinden ve gururundan eser kalmamıştı.
Muhafızların sineği öldürme çabâları sonuçsuz kalıyor,
bu yüzden de korku içinde yaşıyordu. Nihayet
sivrisinek Nemrud'un bir gaflet anından faydalanarak
burnundan içeri girmiş ve beynine yerleşmişti.
Nemrud büyük acılar çekiyor, acısını dindirmek için
kafasını taşlara duvarlara vuruyordu.
Ancak yine de acısı dinmiyordu. Sivrisinek tarafından beyni kemirilen Nemrud, acılar içinde yavaş yavaş öldü. Böylece tüm yaptıklarının cezasını feci şekilde ödemiş oldu.
Harran'a yerleşen Hz. İbrahim burada bir müddet kaldıktan sonra, Mısır'a gitmiştir. Zamanın firavunu Sare'nin güzelliğinden haberdar olmuştu. Emri gereği Sare huzura çıkarılmıştı. Firavun Sare'ye her ilişmek istediğinde nefesi kesilip ölecekmiş gibi oldu. Bu yüzden korkuya kapılan Firavun Sare'yi serbest bırakıp cariyelerinden Hacer'i de ona armağan, etmişti. Bundan sonra hep birlikte yaşadılar.
Hz. İbrahim'in eşi Sare'nin çocuğu olmayınca Sare Hz. İbrahim'in Hacer'le evlenmesini istedi. Hacer Hz. İsmail'i dünyaya getirdikten sonra, Hz. İbrahim zevcesi Hacer ile oğlu İsmail'i Mekke'ye götürmüştür. Sonraki yıllarda ilk eşi Sare hatun Hz. İshak'ı doğurmuştur.
Hz. Sare 127 yaşında iken vefat etmiştir. Peşi sıra Hz. İbrahim'de 200 yaşında iken ruhunu Allahü teâlâya teslim etmiştir. Hz. İbrahim'in kabri Kudüs yakınlarında Habrun kasabasında bir mağaradadır.
Hz. Lut
Hz. İbrahim'in kardeşi; Harran'ın oğlu Hz. Lut Ibrahim aleyhisseläma ilk iman edenlerdendi.
Birlikte, Babil'den hicret edip Harran'a varmışlardı. Hz. İbrahim orada kalmıştı. Hz. Lut ise Sedom ve Gomora şehirlerinin bulunduğu Ürdün ve civarına gitti ve oraya yerleşti. Oldukça güzel ve zengin bir şehir olan, Sedom ülkenin en bayındır bölgesiydi, Ancak insanları yoldan çıkmış idi. Orda her türlü ahlaksızlıklar vardı. Putlara tapıyorlar, soygunlar yapıp zavallı insanların ellerinde ne varsa yağmalıyorlar ve en önemlisi ise cinsi sapıklık yapıyorlardı. Yani kadın yerine erkeklere şehvetle yaklaşıyorlardı. Bundan daha kötü daha tiksindirici birşey olabilirmiydi acaba?
Yüce Allah yeryüzünde yarattığı canlıları bir erkek ve
bir dişiden meydana getirmişti. bütün canlıların
üremesi bu iki unsurun, birleşmesinden meydana
geliyordu. Hal böyle iken sapık ilişkiyi seçen Sedom
halkı en yanlış ve en çirkin yolu seçmişlerdi. Bu
yüzden o bölgeye gelen kimseler aynı davranışlarla
karşılaştıkları için Sedom'luları hiç mi hiç
sevmiyorlardı. Yolu o bölgeden geçen yolcular, ne
yapıp ne edip Sedom'a uğramadan geçmeyi tercih
ediyorlardı. Yolu yanlışlıkla Sedom'a düşenler ise
Sedom'luların sarkıntılıklarından dolayı mutlaka
kavgaya tutuşurlardı. Bu iğrenç durumu o kadar
benimsemişlerdi ki onlara oldukça normal bir işmiş
gibi geliyordu.
İşte Hz. Lut'un Sedom'a gönderiliş gayesi buydu. Sapıklık bataklığına gömülmüş olan Sedom halkını bu bataktan söküp çıkarmaya çalışacaktı.
Yüce Allah'ın yasakladığı her şeyde insanlar için mutlaka maddi ve manevi zararlar vardır. Nitekim bu sapık ilişkilerin, günümüzün en korkunç hastalığı olan, "AIDS"ın yayılmasına en büyük aracılığı ettiği tartışılmaz bir gerçektir.
Hz. Lut kendisine Yüce Allah tarafından,
peygamberlik görevi verilir verilmez, Sedom halkını bu
kötü huydan vazgeçmeye çağırdı. Bu azgın insanlara
doğruyu anlatmak gerçektende çok zordu.
- Ey kavmim, Ey Sedom halkı, ben size gönderilen
emin bir peygamberim. Sizler daha önce hiç bir
kavmin işlemediği büyük bir günahı işliyorsunuz. Gelin
bu kötü işleri terkedin. Sizler bir insansınız. Bu
yaptıklarınızı hayvanlar bile yapmıyor. Çevrenize şöyle
bir bakın. Hiç bir hayvan dişisi dururken erkeğe
yanaşıyor mu? Cahillik batağına öyle saplanmışsınız
ki, hem nefsinize hemde başkalarına zulmediyorsunuz
Ben Allahü teälänın emirlerini size iletiyorum. !
Allah'tan korkun ve ona itaat edin.
Sedom halkı bu davete pek itibar etmedi. Hz. Lut'un
sözlerine gülüp geçtiler. Onu dinlemediler. Çok az kişi
iman etmişti. Bunun üzerine Hz. Lut onları Allah'ın
azabı ile korkutmaya çalıştı.
- Ey halkım. Benim bu anlattıklarımda luv ı>u menfaat
yoktur. Bütün bunları Dünya ve ahiret saadetiniz icin
sizlere anlatıyorum. Eğer bu haliniz böyle devam
ederse korkarım helak olursunuz. Sapıklığı normal bir
halmiş gibi gören, bu azgın kavmin ileri gelehleri,
aralarında konuşup bir karara vardılar.
- Hz. Lut ve ona inananları Sedom'dan kovalım. Güya bize temizlik namusluk davası güdüyorlar. Üstelik ona inananlarda gittikçe artıyor.
Gariptirki ahlaksızlık ve sapıklık içinde boğulanlar iffetli ve namuslu olanları suçluyorlardı. Gidip bu kararlarını Hz. Lut'a bildirdiler.
Lut aleyhisseläm onları sogukkanlı karşılamıştı.
- Ey Lut eğer sen bizi kınamaya devam edersen seni bu memleketten kovarız. Saçma sapan sözlerle bizleri oyalayıp durma. Madem bizi korkutuyorsun doğru , sözlü isen şu vadettiğin Allah'ın azabını getirde görelim.
Ey kavmim ben sizin yaptığınız bu çirkin işleri şiddetle kınıyor ve nefret duyuyorum. Sizleri kesinlikle tasvip etmiyorum. Ya Rabbi, beni ve ehlimi onların kötü emellerinden kurtar.
Hiç bir peygamber ıslahında ümidi kesmediği milleti için beddua etmezdi Ancak Lut aleyhisselämın hiç umudu kalmamıştı.
Sedom halkı hiçde ıslah olacağa benzemiyordu. Onlar azabı hakediyordu.
Allahü teälä, Hz. Lut'un duasını kabul etmişti. Lut kavmini yok etmek için üç melek görevlendirmişti. Bu melekler yakışıklı birer delikanlı suretinde Hz. Lut'a gönderildi. Melekler önce Hz. Ibrahim'e uğrayıp, "İSHAK" adlı bir oğlu olacağını müjdeleyeceklerdi. Melekler Hz. İbrahim'e müjdeyi verdikten sonra bir öğle vakti Hz. Lut'a misafir olarak geldiler. O sırada Hz. Lut tarlada çalışmakta idi. Yabancılan görünce hemen yanlarına gitti.
- Safa geldiniz yabancılar.
- Safa bulduk.
- Hayırdır nereden gelir nereye gidersiniz?
- Yolcuyuz. Sedom şehrine kalmak için uğradık, sana misafir olalım dedik. Hz. Lut iyice terlemişti. Gelen misafirlerin melek olduğunu anlamamıştı. Misafirierin yakışıklı olduklarını görünce, endişelenmişti.
Sedom'lular bu yabancıları gördüklerinde rahailık vermezlerdi. Ancak kendisine gelen bu misafirleride reddetmek bir peygamber için çok ağır bir işti. Donakalmıştı. Sedom'lular evine hücum ederek bu gençlere saldırabilirlerdi. Bir an ne yapacağını bilemedi. Ancak Sedom'luların çirkin hallerini belli etmek için şöyle dedi.
- Ey misafirler, belliki buranın yabıncısısınız ve belli ki bura ahalisinin hallerini hiç bilmemektesiniz.
- Neymiş o halleri.
- Yeryüzünde bu kavimden daha ahlaksız daha kötüsü olamaz.
Hz. Lut'un bu sözleri üzerine, meleklerden Cebrail arkadaşlarına dönerek, "Şahit olun" demişti. Yüce Allah Sedom halkının heläki için Lut aleyhisselamın kavmi aleyhine dört defa şehadet etmesini şart koşmuştu. Bunun üzerine aynı soru üç kere daha soruldu. Üç kerede aynı cevap alınmıştı. Işte Sedom halkı için azap hak olmuştu.
Hz. Lut akşama doğru misafirleri alarak kimselere
görünmeden eve getirdi. Evde hanımı Vahile ile kızları
bulunuyordu. Vahile aslında Hz. Lut'a inanmamıştı.
İman ettiğini söyleyip hep öyle görünmüştü.
İmansızlığını içinde gizlemişti bu güne kadar. Halbuki
Vahile bir peygamber karısı olarak, dünya ve ahiret
saadetini kazanabilecek, büyük bir nimet içindeydi.
Allah'ın sevgili peygamberine zevce olmuştu.
O tıpkı Hz. Nuh'un hanımı gibi bunun kıymetini bilemedi. Gizlice evden çıkıp misafirleri olduğunu Sedom'lulara bildirdi. Haber bir anda etrafa yayıldı Herkes müjdeli bir habermiş gibi durumu birbirine anlatıyordu.
Süratle toplanıp Hz. Lut'un evini çevirdiler. Misafirlerin kendilerine teslim edilmesini istiyorlardı. Hz. Lut'un korktuğu başına gelmişti. Perdeyi f aralayarak dışarı baktı. Sedom'lular ellerinde meşalelerle evin etrafını çepeçevre kuşatmışlardı. Taşkınlıklarını arttırınca Hz. Lut onlara nasihat etti.
- Bunlar benim misafirlerimdir. Onlara karşı beni mahçup etmeyin. Alah'tan korkun beni rezil etmeyin.
Ancak Sedom halkının gözü kararmıştı.
- Ey Lut. Bak işte şimdi tuzağa düştün. Bize nasihatlar
edip duruyordun. Ama bak sende gençleri eve
almıssın.
Hz. Lut'un tüm çabaları boşa gitmişti. Ne söylese ne anlatsada, bu azgın kavmi durduramıyordu.
- Keşke size yetecek gücüm olsa, Ya da sağlam bir yere sığınsam.
Hz. Lut'un çaresiz kaldığını gören elçi melekler duruma müdahale ettiler. Lut aleyhisseläma melek olduklarını söylediler. Görevlerini anlattılar.
- Ey Lut korkma ve üzülme. Onlar bize hiç bir şey yapamazlar. Onlar azabı hakettiler. Artık ne kadar nasihat etsende faydasız. Kapıyı aç. Bırak gelsinler. Bize bir şey yapamazlar. Hz. Lut çok şaşırmış. Aynı derecede sevinmişti. İçindeki sıkıntı dağılmış, kuş gibi hafiflemişti. Allah'a şükrettikten sonra kapıyı açtı.
Şehvetten gözleri kararmış ahlaksız Sedom'lular, naralar atarak, salyalar akıtarak, içeri daldılar. O anda melekleri asıl şekilleri ile görünce nur (ısık) dan gözleri kamaşıp görmez oldular. Neredeyse korkudan ödleri patlayacaktı. Yine geldikleri gibi çığlıklar ata ata, birbirlerine çarparak, ezerek, Hz. Lut'un evini
terkettiler.
- Lut'un evine sihirbazlar toplanmış. Sakın
yaklaşmayın.
Kalabalık çabuk dağılmıştı. Etraf tenhalaşınca
Melekler, Lut aleyhisseläma bundan sonra ne
yapmaları gerektiğini anlattıktan sonra oradan
kayboldular.
- Ey Lut sen görevini yaptın. Milletine Cenab-ı Allah'ın emirlerini duyurdun. Aileni ve sana tabi olanları alarak bu şehirden hemen uzaklaş. Müminlerin hiç biri senden geride kalmasın. Hanımında diğerleri gibi helak olacak. Yola çıktıktan sonra hiç kimse geriye dönüp bakmasın. Geride ne olup bittiğini merak etmeyin. Sabaha doğru hepsi azap olacaktır.
Hz. Lut müminleri bir araya toplayıp, onlara olanı biteni anlattı. Ve hep birlikte şehri sessizce terkettiler. Sabaha doğru, Yüce Allah'ın azabıda yetişmişti. sedom'un altı üstüne gelmişti. Üzerlerine taş yağıyordu. Bağırmaları taçışmaları fayda vermemişti.
Yağmur gibi yağan taşların altında kaldılar. Güneş
tamamen doğduğunda, bir tek müşrik kalmamıştı.
Aynı şekilde Gomorro şehride yerle bir olmuştu. Daha
sonra, her taraftan kaynarsular fışkırarak, yurdun her
tarafı göl olmuştu.
Bugün o şehirin yerindeki göl, "Lut gölü" adıyla f, anılmaktadır. Lut aleyhisseläm daha sonra, kızları ve müminleri ile beraber, Şam diyarına ämcası Hz. Ibrahim'in yanına gitmiştir. Kavminin helakinden sonra, yedi yıl daha Şam'da kalmıştır. 80 yaşında ise vefat etmiştir. Kabri İbrahim aleyhisselämın bulunduğu Halilürrahman kasabasındadır
|
|
Hz. Ismail
Mısır'da huzur bulamayan Hz. İbrahim oradan ayrılıp yeniden Şam'a dönmüştü. Şeb denilen yere gelince oraya yerleştiler. Su ihtiyaçlarını gidermek için bir kuyu kazdılar. Kuyunun suyu çeşme gibi akıyordu. Bu sudan kendileri dışında o çevrede bulunan herkesde yararlanıyordu.
Hz. İbrahim, Allahü teâlâdan hayırlı bir çocuk vermesini düemekteydi. Ancak zevcesi Hz. Sare'nin çocuğu olmuyordu. Hz. Sare bu duruma üzülüyor ama elinden de bir şey gelmiyordu. Bu yüzden Hz. İbrahim'e, Hacer'le evlenmesini teklif etti. O günün dünyasında erkeklerin çok kadınla evlenmesi tabi bir olaydı.
Hz. Ibrahim biraz düşündükten sonra bu teklifi reddetti.
- Ey Sare bu işin sonundan endişe ederim. İleride Hacer'i kıskanmandan korkanm. Huzurumuz bozulsun istemiyorum. Ancak Hz. Sare kararlıydı. Hacer'in Hz. İbrahim ile evlenmesi konusunda ısrarcı oldu. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Hacer'le evlendi Birbirini kovalayan günler, haftalar, aylar sonra, Hacer, nurtopu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını İsmail koydular.
Önceleri herşey güzel gidiyordu. Ancak Sare'de
kıskançlık başlamıştı. Artık aynı çatı altında yaşamaları
çok zor görünüyordu.
Hz. Ibrahim, ne yapacağını bilmiyordu. Yüce Allah,
Hz. sare'deki bu duyguyu çeşitli hikmetlerle Hz.
İbrahim'e vahyetti.
Onları emin bir bölgeye götürmesini bildirdi. Hacer ilc oğlunu alıp başka bir beldeye götürüp onları oraya yerleştirecekti. Bu yolculukta onlara bir melek rehberlik yapacak, yerleşecekleri yeri onlara gösterecekti.
Hz. İbrahim işe Hacer ile oğlu İsmail'i yanına alarak bir akşam üzeri evden ayrıldı. Gide gide Mekke'ye kadar uzanmışlardı. Bugün zemzem kuyusunun bulundugu yerin çok yakınında konaklamışlardı. Hz. İbrahim bir ağacın dibine çadır kurarak, onları oraya yerleştirdi. Yanlarına bir miktar hurma ve su bıraktıktan sonra, yanlarından ayrılmak için çadırdan dışarı çıktı.
Hacer telaşa düşmüş ağlıyordu.
Henüz iki yaşındaki oğlu İsmail ile bu ıssız vadide kimselerin olmadığı bu yerde, tek başına kalacakları düşüncesi yüreğini korkuyla kemiriyordu.
- Ey İbrahim bizi ıssız ve sessiz bu vadide bırakıpta nereye gidiyorsun? Sensiz kimsesiz ne yaparız biz burada?
Hz. İbrahim Hacer'i cevaplamıyordu. Hader uzun süre yalvarıp yakardıktan sonra Hz. İbrahim'e şu soruyu sordu.
- Yoksa böyle yapmanı Allah mı emretti? Hz. İbrahim'in cevabı Hacer'i rahatlatmıştı.
- Evet Allah emretti.
- Öyle ise bize Allah kafidir. O bizi korur, sahipsiz bırakmaz.
Hz. Ibrahim bir müddet yol aldı. Hacer onu, uzun süre dalgın gözlerle izleyip durdu. Hz. İbrahim kendini göremeyecekleri bir yere varınca Kâbe yönüne dönüp, Yüce Allah'a duaya başladı.
- Ey Rabbim ben, eşim Hacer ile oglum İsmail'i bu çorak vadiye, namazlarını dosdoğru kılsınlar diye yerleştirdim. Bu bölgeyi afet ve düşmanlardan muhafaza eyle. Emniyetli bir belde kıl. İnsanlarıri gönüllerini buraya meylettir ki gelip yerleşsinler. Eşimle çocuğumun yalnızlıklarını gidersinler,
Hz. Hacer ile oğlu Ismail, Mekke vadisinde birlikte yaşıyorlardı. Hz. Hacer çocuğu acıktıkça emziriyor, susadıkça da yanındaki kırbadan su veriyordu. Bir süre şonra suları bitti. Küçük İsmail susuzluktan ağlayıp sızlamaya başlamıştı...
Güneş bütün sıcaklığıyla etrafı yakıp kavuruyor, Hacer ile oğlunun susuzluğunu daha da arttırıyordu. Hacer yürüye yürüye sefa tepesinin bulunduğu yere geldi. Tepeye çıkıp etrafa göz gezdirdi. Etrafta, ne su ne de kimsecikler vardı. Koşarcasına vadiyi aşıp Merve tepesine geldi. Çevreyi kolaçan etmesine rağmen, ne bir damla su izine nede herhangi bir kimseye rastlamıştı.
Su bulurum ümidiyle Sefa ve Merve tepeleri arasında tam yedi kere gidip gelmişti. Merve tepesinde çaresiz bir şekilde soluklanırken, duyduğu ses ile ister istemez sevindi. Aynı sesi ikinci defa duyunca... "Ey ses sahibi sesini duyurdun. Eğer kudretin varsa bize yardım et." diye haykırıverdi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisseläm insan suretinde görünerek, ayağının topuğu ile yeri kazmaya başladı. Kısa sürmediki yerden su fışkırmaya başladı.
Hz. Hacer suyu görünce sevincinden yerinde duramadı. Suyun akıp gittiğini görünce, ziyan olmasın diye etrafını çevirip avuç avuç kırbasına dolduruyordu. Bir yandanda su ziyan olmasın diye zcın zem (dur, dur) diye bağırıyordu. Bugün Käbe'de bulunan zemzem kuyusu işte bu sudur.
Susuzluklarını gidermişlerdi. Artık susuzluk dertleride olmayacaktı. Sonraki günlerde Cürhüm kabilesinden bir kaç aile geldiler. Daha önce su bulunmayan bu bölgedeki, kaynagı yani zemzem'i görünce çok şaşırdılar. Suyun başında duran Hz. Hacer'e: "Bizim buraya yerleşmemize izin verirmisin?" diye sordular.
Hz. Hacer kabul etmişti. Böylece ıssız, sessiz vädi kısa zaman sonra şenlenivermişti. Hz. Hacer yalnizlıktan kurtulmuş ve Mekke şehrinin kuruluşu da böylece başlamış oluyordu.
Hz. İbrähim bir zaman sonra, hanıfhı ile oğlunu ziyarete geldi. Onları bereket içinde, şenlenmiş, kalabalıklaşmış bir mekända görünce çok sevindi. .
Yüce Allah'a hamd-ü sena etti.'"
Artık Hz. İbrahim, zaman zaman Mekke'ye geliyor, bir süre oglu ve hanımı ile birlikte kalıyor, sonra da geri dönüyordu.
Yıllar geçmiş İsmail büyüyüp serpilmiş, yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Mekke'de sevilen sayılan biriydi. Hz. Ibrahim yine bir gün Mekke'ye gelmişti. O gece uyurken rüyasında bir ses şunları söylemişti:
- Ey İbrahim, Allah oğlun İsmail'i kurban etmeni istiyor.
Hz. İbrahim vücudunun her zerresinde oluşan boncuk boncuk terler arasında korkuyla uyandı. Gördüklerinin gerçek olup olmadığını düşündü. Bu rüya Allah'tanmı idi, yoksa şeytandan mı? Bir türlü karar verememişti.
Ancak içine şüphe düşmüştü. Ertesi gün aynı rüyayı bir defa daha görmüştü. Bu defa rüyanın Allah'tan olduğuna kanaat getirmeye başlamıştı. Üçüncü günde aynı rüyayı görünce artık kalbinde en ufak bir şüphe dahi kalmamıştı. Bu kesin bir emirdi. Ve oldukça büyük bir imtihandı. Yüce Allah; İbrahim'i kendine "Halil" yani; dost seçmişti. Şimdi de onun bu dostluğa layık olup olmadığını imtihan etmek istiyordu. Yüce Allah, onu sevdiği, en kıymetli varlığı olan oğlu ile imtihan edecekti.
Bu meseleyi oğluna nasıl açıklayacaktı. Acaba oğlu ile hanımı bu durumu nasıl karşılayacaktı. İtaat ederlerse problem olmayacaktı. Ya itiraz ederlerse ne olacaktı.
O vakit Yüce Allah'ın azabından kurtulamazlardı. Bu imtihan yalnız Hz. İbrahim için değil, oğlu ve hanımı içinde geçerliydi. Biri Allah yolunda canını feda edecek, digeri ise biricik oğlunu.
Baba oğul sık sık daga odun kesmeye giderlerdi. Yine
bir sabah, Hz. İbrahim oğluna ip ve bıçak almasını,
birlikte oduna gideceklerini söyledi. Baba oğul
yanlarına ip bıçak ve balta alarak yola koyuldular. •
Mina mevkiine gelince, Hz. İbrahim gördügü rüyayı
yavaş yavaş ogluna anlatmaya başladı. Allah
tarafından imtihana tabi tutulduklarını anlatmaya ,
çalışıyordu. Hz. İsmail'de babasının anlattıklarından
sonra, en ufak bir korku ve telaş, olmamıştı.
Hayatı veren Allah değilmiydi? Sahibi O olduğuna
göre yine O alacaktı. Ama erken, ama geç. Üstelik
bundan daha şerefli bir ölüm olabilirmiydi?
Hz. İsmail tam bir teslimiyet ve tevekkül içindeydi.
- Babacığım, hiç endişelenme. Her ne ile emrolundu isen onu yap. Allah'ın izni ile beni sabreden biri olarak göreceksin.
Oğlunun bu cevabi; İbrahim aleyhisselämı hem sevindirmiş, hem de duygulandırmıştı. Oğlunu şefkatle süzerken, gözlerinden bir kaç damla yaş akmıştı. Ogluyla gurur duyuyordu. Birden önlerine şeytan çıkmış, babalık şefkatini tahrik ederek, kalbine vesvese vermeye başlamıştı. Şeytan, habire gördüğü rüyanın yalan olduğunu, biricik oğluna kıymaması gerektiğini söyleyip durdu. Ancak Hz. Ismail'de aynen babasının yaptığı gibi, şeytariı taşlamış ve yanından kovmuştu.
Hz. İbrahim oğlunu sağ yanına yatırarak, Yüce Allah'ın emrini yerine getirmeye başladı. Bıçagı görüp acı duymasın diye de gözlerini bağlamıştı.
Hz. İbrahim, İsmail'in boynuna sürmek üzere "Bismillah" deyip bıçağı çekmişti. Bıçağı Hz. İsmail'in boynuna sürünce, bıçak kesmeyiverdi. Çünkü, Allahü teälänın istegi; Hz. İsmail'in kurban edilmesi değildi. Bu olay ile Hz. İbrahim ve ailesinin sadakat ve sabırlarını meleklere ve bütün insanlığa göstermek istiyordu. Bu bir dostluk ve bağlılık sınavı idi. Bıçağın kesmediğini gören Hz. Ismai! babalık şefkatinin ağır geldiği için, babasının bu işi yapmadığını düşünerek, kendisini yüzükoyun yere yatırmasını söyledi. Babasıda öyle yapmıştı.
Ismail'i yüzükoyun yere yatırıp bıçağı yeniden indiriyorken, duyduğu ses ile durmak zorunda kaldı.
- Ey İbrahim, Allah'a ne kadar bağlı bir kul olduğunu
ispatladın. Dur artık İsmail'i kesmene lüzum yok. Hz.
İbrahim başını kaldırıp, sesin geldiği yere yani yukarı
bakınca, elinde kurbanlık bir koc ile Cebrail
aleyhisselâmı gördü.
- Ey Ibrahim bu koç kırk senedir cennette beslenmektedir. Şimdi oglun İsmail'in yerine onu kurban etmen için yeryüzüne gönderildi.
Hz. İbrahim sevinç içinde oğlunun gözlerini çözdükten sonra, koçu alıp kurban etti ve Allahü teâlâya şükretti.
O günden itibaren bütün müslümanlar, Hz. İsmail'in kurtuluşunu kutlamak ve Allah'a şükran borçlarını ödemek için, kurban kesmeye başlamışlardı. Kurban kesmek vacib olan bir ibadet olarak kıyamete kadar devam edecektir.
Hz. İsmail gençlik çağına gelince, cürhüm kabilesinden bir kız ile evlendi. Annesi Hacer ise 90 yaşında vefat etmişti. Hz. İbrahim yine bir gün, Mekke'ye geldiğinde, oğlu Hz. İsmail'e ilâhi vahip gereği Kabe'yi yapmaları gereğini anlattı.
Bunun üzerine Hz. İsmail taş getiriyor, babasıda inşaatı yapıyordu. Kabe'nin inşası bittikten sonra bütün müminler, Hz. İbrahim'in imamlığında haccettiler. Böylece Hac mümimlere farz kılındı.
Ancak hidayetten nasibi olmayanlara ise hiç bir söz .
fayda etmiyordu.
Ismail aleyhisselâmın ömrü tevhid mücadelesini
yaymak uğrunda geçti. Hayatında kendisine iman
edenlerin sayısı oldukça çoğalmıştı. Yüz seksen yıllık
ömrünün, sonlarına doğru gözlerine perde inmişti.
Gözlerine perde inen üç peygamberden biriydi. Vefat
ettikten sonra Halilürrahman'da babası İbrahim
aleyhisselâm yanına defnedildi.
|
Hz. Ishak
Hz. İbrahim ikramı çok severdi. Bu yüzden evinde misafir, hiç eksik olmazdı. Misafir olmadığı zamanlar, kendisi çarşıya çıkar, ikram edecek kimseler arardı.
Günlerdir, İbrahim aleyhisseläma hiç kimseler ugramamıştı. Hasretle misafir gözlediği bir günde, kapısı çalınıvermişti. Kapıyı açtığı vakit, kılığından kıyafetinden yabancı olduğu belli olan üç yakışıklı genç ile göz göze gelmişti.
Bunlar, Yüce Allah tarafından Sedom ve Gamora'yı heläk etmekle görevlendirilmiş meleklerdi. İnsan suretinde görünmüşlerdi. Buraya ise İbrahim aleyhisseläma, doğacak ogulları İshak'ın müjdesini
vermeye gelmişlerdi.
İbrahim aleyhisseläm onların melek olduğunu
bilmiyordu. hemen onları güzel bir yere oturttu. Misafirlerine kibar ve nazik davranıyor, onları memnun etmek için, olağanüstü çaba harcıyordu.
Evde daha önce pişirilmiş dana eti vardı. Sofraya getirip buyur etti. Ne var ki misafirler sofraya yanaşmaya pek hiyetli değillerdi. Hz. Ibrahim onların çekindiğini sanarak, sofraya gelmeleri için yeniden ısrar etti. Ancak misafirler sofraya uzanmıyorlardı.
Hz. İbrahim birden kuşkulanmıştı. bunlar niçin yemiyor? Yoksa fena bir niyetleri mi vardı?
Melekler Hz. İbrahim'in endişelendiğini hissetmişlerdi. Onun endişesini gidermek için ortamı yumuşatmaya çalıştılar.
- Biz parasız yemeyiz. Yedigimiz yemeğin ücretini veririz.
Hz. İbrahim; "Bu yemeğin ücreti: Başta "Bismillah sonunda Elhamdülillâh demektir" cevabını vermişti. Cebrail aleyhisselâm bu güzel cevab karşısında tebessüm ediverdi.
- Bu zat Allah dostu olmaya gerçekten läyık. Hz. İbrahim bu cevabı duyunca rahatlamış, misafirlerinin öyle sıradan kimseler olmadığını anlamıştı. Zaten meleklerde onun bu merakını hemen giderdiler.
- Bizden korkma, ey İbrahim. Biz korkulacak kimseler değiliz. Insan suretine girmiş melekleriz. Sana hayırlı bir müjde getirdik. Çok yakında ilim ve kemal sahibi bir oglun olacak. Adını ise "İSHAK" koyacaksın.
İshak: "Sevinçle güldüren" anlamına gelmekteydi. Bu isim bizzat Allah (C.C.) tarafından melekler vasıtasıyla Hz. İbrahim'e bildirilmişti.
Hz. İbrahim çok şaşırmıştı. Ancak bu müjdeyi duyan Hz. Sare daha büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Çünkü gençliğinden beri hiç doğum yapmamış bir kadındı. Elinde olmadan çığlık atmıştı.
"Ben mi doğuracağım? Ben ihtiyar bir kadın kocamda ihtiyarlamışken nasıl doğurabilirim.
Doğrusu bu şaşılacak bir şey." Melekler:
- Ey Sare hatun, Ey İbrahim aleyhisselâm! siz bu işe bu kadar hayret etmeyin. Yaşlandık diye ümitsiz olmayın. Bu verdiğimiz haberi kendimizden vermiyoruz. Rabbimizin bize söylediklerini size bildiriyoruz. Bu durumda haberin doğruluğundan şüpheniz olmasın.
Allah'ın rahmet ve bereketi, geçmişte olduğu gibi bundan sonrada üzerinizde olacaktır.
Hz. İbrahim Allahü teâlâya hamdü senalar etti.
Ey Allah'ın elçileri buraya gelmekteki maksadınız sadece bu müjdeyi vermek için mi? Yoksa başka bir görevinizde varmıdır?
- Biz hak dinden çıkarak, anlaksızlakta çok ileri giden günahkâr bir kavmi helâk etmek için geldik buraya.
Hz. İbrahim meraklanmıştı.
- Hangi kavimdir bu acaba?
- Lut kavmidir.
Hz. İbrahim bu cevap üzerine telaşlanmış, çok da üzülmüştü.
- O kavmin içinde Lut'da var. O Allah'ın iyi bir kuludur. Onu da mı heläk edeceksiniz?
Biz o beldede bulunanları gayet iyi biliriz.
Elbette Lut ve Ona inananlar, heläktan kurtulacaklardır. Ancak Lut'un hanımı hariç, cünkü O Lut'a karşı çıkıp, kavminin yaptıklarına taraftardır.
Hz. İbrahim; Lut aleyhisselämm ve ona tabii olan müminlerin kurtulacağına çok sevinmişti. Ancak heläk olacak kavme biraz daha zaman tanınsaydı diye geçirmişti içinden. Bu düşüncesini meleklere de açtı.
- Ey İbrahim sen onların çirkin hallerini bilmiyorsun;
Onların ıslahı mümkün değildir.
Melekler vazifelerini yapmışlar, Lut kavmine gitmek
üzere oradan ayrılmışlardı.
Günler günleri kovaladı. Aylar sonra meleklerin haber verdiği gibi, Hz. İbrahim'in, Hz. Sare'den bir oğlu dünyaya geldi. Adını İshak koydular.
Hz. İbrahim bu yaştan sonra kendisine evlât veren
Rabbine şükretti.
- Ya Rab beni ve neslimi namaz ibadetinde devamlı
kıl. Duamızı kabul eyle.
İshak aleyhisselâm büyüdü serpildi. Yüz şekli Hz. İbrahim'e çok çok benziyordu.
İbrahim aleyhisselâm ecelinin yaklaştığını hissettiği sırada, oğlu Ishak henüz evlenmemişti. Hz. İbrahim oğlunun, Allahü teâlâyı tanımayan. Kenani'lerden bir kızla evlenmesine razı degildi.
Bu nedenle hizmetçisini gönderip, Harran'dan bir kız getirmesini istedi. Hizmetçi Allah'ın izni ile Harran'a vanp. Hz. İbrahim'in kardeşinin torunu Rafka'yı getirdi. (Hz. Ibrahim'in kardeşi Nahor'un oğlu Betuel'in kızı Rafka) Hz. İshak amcasının torunu Rafka ile evlendi. Bu evlilikten ikiz çocuklan olmuştu. İlk doğana "Ays" sonrakine ise "Yakub" adını verdiler.
Hz. İbrahim'in vefatından sonra Yüce Allah Hz. İshak'ı Şam ve Filistin halkına peygamber yaptı.
İshak aleyhisseläm tam bir kalp temizliği içinde, namaz ve zekätın yerine getirilmesi için insanlara devamlı nasihatler ediyor, onları ahirete hazırlıyordu.
Hz. İshak yıllarca kavminin dünya ve ahiret saadeti için durup dinlenmeden çahşmıştır. Çogu zaman onların kalplerini yumuşatmak için, Allah'ın izni ile onlara çeşitli mucizeler göstermiştir. Kalbinde Allah sevgisi olanlar, Hz. İshak'a tabi olup onun gittiği yolu izleyip mutlu oldular.
Ileriki zamanlarda Hz. İsmail'e de peygamberlik görevi
verildi. Hz. İsmail önce kendi ehline, çoluk çocuğuna,
yakın akrabalarına, sonra kavmine, namazı zekätı,
ilähi emirleri tebliğ etmiştir. Hz. İsmail Yemen'de
oturan, Amalika'lıları irşad etmekle görevlendirildi. Bu
kavim içinde 50 yıl kalıp onları hakka davet etmiştir.
Bazıları ona iman etmişler. Bazıları da küfür ve şirkte
inat etmişlerdir. Hz. İsmail vefat edeceği sene,
Mekke'ye geldi. Oradan'da Filistin'e giderek,
babasının kabrini ziyaret etti. Kardeşi Hz. İshak'la
buluştuktan sonra kızı Sabiha'yı Hz. Ishak'ın oğlu Ays
ile evlendirdi. Daha sonra Mekke'ye döndü. Yüz otuz
yedi yaşında vefat etti. Oğulları onu annesi Hacer'in
yanına defnettiler.
Hz. Yakub
Hz. Yakûb, İshak aleyhisselämın ikiz çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Babası ölümünden önce Hz. Yaküb'u dayısı LEYLÂ BİN NÂHUR'un yanına gönderdi. Dayısının LAYA ve RAHIL adında iki kızı vardı. Hz. Yaküb Rahil'i dayısından istedi, Dayısı ise ona şöyle cevab verdi;
- "Büyüğü olan Laya dururken küçügünü nikahlayamayız."
Daha sonra yaptıklan antlaşma gereği dayısına yedi sene hizmet etti. Yedi sene sonrası Rähil ile evlendi. Hz. Yaküb'un Râhil'den oğlu olduğu zaman 91 yaşında idi. Oğluna Yusuf adını verdi. Yusuf'un dogumundan sonra Hz. Yaküb babasmın memleketine gitti. Orada ikiz kardeşi Ays'ı gördü. Yusuf iki yaşında iken kardeşi BÜNYAMİN dünyaya geldi. Bu esnada Hz. Rähil öldü. Hz. Yakub ogulları arasında en fazla Yusuf ile sohbet ederdi.
Hz. Yakûb'un lakabı Israil idi. Hz. Yaküb bol servete ve çocuklara sahipti. dini kuvvetliydi. Halisti, salihti, bitmeyen bir sabn vardı. Seçkin ve hayırlı kimselerdendi. Hz. Yusuf yedi yaşında iken bir rüya gördü ve babasına anlatti:
- "Babacıgım rüyamda onbir yıldız güneş ve ayın bana secde ettigini gördüm."
Hz. Yaküb cevab verdi;
- "Yavrum rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa sana tuzak kurarlar. Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Rabbin böylece seni rüyandaki gibi seçecek sana rüya yorumlamayı öğretecek. Doğrusu Rabbin bilir ve her işi hikmetle görür."
Hz. Yaküb'un Yusuf'u sevmesi diğer çocuklannda rahatsızlık ve kıskançlık doğurur. Birgün Hz. Yaküb'un oğullan Yusuf'u kıra götürmek için izin istediler. Hz. Yaküb ilk önce izin vermedi.
Sonra çocuklann ısrannı kırmayıp izin verdi, Kırda kardeşleri Yusuf'un ellerini bağlayıp, gömleğini çıkardılar, Kuyuya attılar. Daha sonra oradan hızla uzaklaştılar.
O zamanlar Hz. Yusuf 12 yaşındaydı. Yüce Allah Yusuf'u kuyuda üç gün korudu.
Kardeşleri Yusuf un gömleğine kan sürdükten sonra Hz. Yaküb'un karşısına çıktılar. Gömlegi göstererek Yusuf'u kurtlann yediğini söylediler.
Hz. Yaküb kanh gömleği yüzüne sürterek ağladı. Sonra
çocuklarına seslendi;
- "Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle büyük bir iş yapmaya sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır."
Ancak Hz. Yaküb Yusuf'un öldüğüne inanmamıştı. Oğlunun kurtlar tarafından yenilmediğinin farkındaydı. Aradan uzun yıllar geçti. Hz. Yaküb ağlamaktan görmez oldu. Daha sonra oğulları Mısır'a gittiler.
Mısır'da Yusuf Allah tarafından kardeşleriyle karşılaştınldı. Fakat kardeşlerine kendini tanıtmadı. Çünkü Allah'ın izni yoktu. Hz. Yusuf onlara kaç kardeş olduklarını sormuştu. Bir dahaki gelişlerinde en küçükleri Bünyamin'i getirmelerini istedi. Sonra yine Mısır'a gittiler. Bu defa Bünyamin de yanlanndaydı. Hz. Yusuf kendini gizlice Bünyamin'e tanıttı. Sonra da hırsızlık yaptığı gerekçesiyle Bünyamin'i geri göndermedi.
Bunun üzerine Hz. Yaküb Mısır Azizine bir mektup yazdı.
- "Biz, başına birçok belälar gelmiş bir sülaleyiz. Ceddim İbrahim, Nemrud'un ateşi ile mübtelâ kılındı, sabretti. Allah'ta onu selämete erdirdi. Babam İshäk, kurban olmakla mübtelä kılındı, sabretti. Allah'da onu bir kurbanlığın bedeli ile kurtardı.
Bana gelince, ben oglum Yusuf'u kaybetmekle mübtelâ kılındım. Onun aynlığından ağlaya ağlaya gözlerim gitti,.belim büküldü.
Kendimi, yanında rehin tuttuğun oglum, Bünyamin ile teselli ediyorum. Onun hırsızlık ettiğini söylemişsin. Bizim neslimizden olan hırsızlık etrnez. Bizden hırsız çıkmaz. Onu bana iade edersen edersin. Etmez isen sana öyle bir beddua ederim ki yedi göbek sülalene geçer."
O sırada Mısır azizi olan Hz. Yusuf mektubu okudu ve agladı. Cevab verdi.
- "Ey ihtiyar, mektubun geldi. Okudum ve anladım
mektubunda salih babalarını zikredip her birinin düştükleri belälara nasıl sabrettiklerini yazıyorsun. Onlar her nasıl sabrettilerse sende sabret."
Hz. Yakub mektubu okuduktan sonra dediki;
- "Allah'a yemin ederim ki bu bir kral mektubu değil, peygamber mektubudur. Bu mektubu yazanda olsa olsa Yusuf'tur."
Sonra ellerini kaldırdı ve düa etti;
- "Allah en hayırlı koruyucudur. O, esirgeyicilerinde esirgeyicisidir."
Allahü teâla'da şöyle vahyetti;
"İzzet ve celâlim hakkı için degilmi ki sen hıfz edici
olarak tevekkül ettin. Ben de seni iki evladının ikisine
de kavuşturacağım."
Sonralan Hz. Yaküb'un oğullan bir daha Mısır'a gittiler. Hz. Yusuf kardeşlerine kendini tanıttı ve onlara kızmadı, onları kucakladı. Şöyle dedi;
- "Şu benim gömleğimi götürüpde babamın yüzüne sürün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün ailenizi bana getirin."
Hz. Yaküb'un oğulları gelip babalanndan af dilediler.
Hz. Yaküb şöyle dedi;
- "Sizin için Rabbime sonra tövbe ederim. Gerçek şudur ki, çok günah örtücü, çok merhamet edici ancak odur."
Hz. Yakub daha sonra Hz. Yusuf'un daveti üzerine 72 kişilik bir aile gaıbu ile Mısır'a gitti. Hz. Yusuf görkemli bir törenle onlan karşıladı.Hz. Yusuf babasına;
- "Babacığım benim ayrılığıma gözlerini kaybedesiye ağladın. Allah'ın bizi kıyamette kavuşturacağını bilmiyor muydun?"
Hz. Yaküb cevab verdi;
- "Bilmiyorum oğlum. Fakat senin dinine bir zarar getirirlerde aramız açılır, kıyamette de beraber olamayız diye korkmuştum. Allah'tan bizi imanımızda sabit kılmasını istiyoruz."
Hz. Yaküb, oğullan ile Mısır'da mutlu ömür geçirdi. Eceli yaklaşınca çocuklarına şöyle seslendi;
- "Yavrularım benden sonra neye ibadet edeceksiniz." Oğullan şöyle dedi;
- "Biz senin mabudun ve ataların, İbrahim, Ismail ve İshäk'ın mabudu olan bir Allah'a ibadet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuz. Müslümanız ondan başkasını tanımayız."
Hz. Yaküb gönül rahatlığı ile vefat etti. Şam civarında babası İshak'ın yanına defnedildi. İkiz kardeşi Ays'da aynı gün ölmüştü. her ikiside aynı kabre kondu. Yaşlan 147 idi.
Hz. Eyyub
Kur'an'da adı geçen peygamberlerden biri de Hz. Eyyüb'dur. Hz. Eyyüb; Hz. Yaküb'un ikiz kardeşi Ays'ın oğludur. Hz, Eyyüb dünyaya geldiğinde çok sağlıklı idi.
Hz. Eyyüb hanımı Rahmet ile beraber mütlu bir hayat sürdürüyor birlikte çok çalışıyorlardı. Bıkmadan yorulmadan ekip biçtiler. Bolca mahsül kaldırdılar. Bu arada Hz. Eyyüb'un çocuklan da olmuştu.
Artık Hz. Eyyüb hem çok zengin, hem de çok sayıda çocuga sahip idi. Ancak Hz. Eyyüb bu zenginliği ile kibirlenmiyordu. Aksine malını ve mülkünü fakirlerle, misafirleriyle ve düşkünlerle paylaşıyordu. Daha sonra Hz. Eyyüb'a peygamberlik vazifesi verildi.
O artık insanları allah'ın yoluna çagıran bir hak
peygamberiydi.
Hz. Eyyüb o kadar işinin arasında hiç bir ibadetini geciktirmeden noksansız yerine getiriyordu. Ancak şeytan sürekli olarak Hz. Eyyüb'un etrafındaydı.
O'nu kandırmaya çalışıyordu. Ancak Hz. Eyyüb şeytana uymadı. Allah'ın yolundan asla ayrılmadı
Aradan çok zaman geçti. Yıllar birbiri üzerinden hızla geçip gitti. Hz. Eyyüb'un işleri eskisi gibi iyi degildi.
Ekinleri sapsarı oldu. Hayvanları ölmeye başladı. Evinin altından geçen pınar zamanla kurudu.
Hz. Eyyüb ile ailesi çok çalışıyordu fakat ne yapsalar, ne etseler de ekinler yeşerrniyordu. Artık eskisi gibi zengin değillerdi. Ailesi kıt kanaat geçinebiliyordu.
Çocukları geçimlerini yapabilmeleri için uzakiara
gittiler.
Hz. Eyyüb'un yanında bir tek hanımı Rahmet kalmıştı. Zaman içinde Hz. Eyyüb hastalandı. Vücudunda yaralar çıkmaya başladı. Yatağından kalkamaz olmuştu.
Ancak bu haliyle bile, yine insanlara Allah için sesleniyor, yüce Allah'a devamlı şükrediyordu. Öyleki namazını biie işaretle kıhyordu.
Hz. Eyyüb'un dili ve kalbi hariç her azası hastaydı... O'na bu hastalık halinde yardım eden bir tek, ama bir tek zevcesi Rahmet vardı.
Eyyub aleyhisseläm bu fakirlik ve hastalıklara karşın yine de şeytana uymuyordu. Sürekli Allah'a şükrediyordu. Gün geçtikçe hastahğı iyice arttı. Bu haliyle bile yüzünde ki gülümsemeleri kaybolmamıştı. Çok sabırlıydı. Çünkü o bir peygamberdi.
Nihayet birgün Yüce Allah'tan bir vahiy geldi. - "Ayağını yere vur!"
Hz. Eyyüb heyecanlandı. O heyecanla hemen ayağa kalktı. Ayağını yere vurdu. Yerden soguk ve bolca su fışkırdı. Hz. Eyyüb bu su ile yıkandı.
Bolca da içti. Sonra Allah'ın izni ile şifa buldu.
Evet Hz. Eyyüb bir imtihandan geçmişti. Zenginlik, fakirlik ve amansız hastahk O'nu Allah'a olan inancından döndürememişti.
Hz. Eyyüb imtihanı başan ile geçmiş ve kurtulmuştu.
Yüce Allah'ta O'nu mükafatlandırmış ve yeniden mal mülk ile ödüllendirmişti. Onu sıkıntıh zamanında yalnız bırakmaya ona her zaman yardımcı olan hanımı Rahmet'te bu kurtuluştan nasibini almıştı. Hz. Eyyüb bu amansız hastalıktan sonra daha uzun yıllar yaşadı.
Yüz yaşına kadar geldigi söylenmektedir. Şam civannda Besne'de vefat etmiştir.
O gösterdiği sabrı ile insanlara bir ışık bir önder olmuştur. Ne mutlu sabırh olanlara, ne mutlu, Hz. Eyyüb gibi olanlara.
|
Hz. Şuayb
Arap yanmadasının kuzey batısında; Hicaz'la Filistin arasında, yeşil şirin ve büyük bir şehir vardı. Buranın adı Medyen idi. Medyen'in büyüklüğü ve zenginliğinin sebebi kervanların buradan geçmesi idi.
Öyle ki, Hindistan'dan gelip Mısır, Cezayir veya Tunus'a gidenler bu yolu kullanıyorlardı.
Medyen'e yakın Kızıldeniz sahilinde başka bir şehir daha vardı. Buraya da Eyke adı verilmişti.
Eyke ve Medyen o zamanın en zengin şehirlerindendi.
Ama bu zenginligi hile ve haram ile elde etmişlerdi. Bu şehirlerin insanları şehre gelen kavimlerden, kervanlardan haksız kazançlar elde ediyorlardı.
Şehire girişte kayaların arasında dar bir geçit vardı. Kervanlar buraya girdiğinde bozguna ugrar, yağma edilir, ellerindekiler zorla alınırdı.
Karşı koyanlar ise canlarından olurlardı.
Gelen, kervanlar sattıkları malların karşılığını alamıyorlardı. Medyen halkında ahläk kalmamıştı. Dürüst değillerdi. Bu kavgacı halleri bazen kendi aralannda da görülüyordu.
Dürüstlükten nasibini almayan, hile ile iş yapan bu kavme Hz. Şuayb peygamber olarak gönderildi.
Hz. Şuayb Yüce Allah'ın vahyettiklerini Medyenlilere anlattığında dalga geçer gibi dinliyor ve Hz. Şuayb'a inanmıyorlardı. Üstelik kendi yaptıklan putlara tapıyorlardı.
Hz. Şuayb bıkmadan, usanmadan büyük bir sabırla Medyen'lileri ibadete çagırıyordu. Yine bir gün . Medyenlilere şöyle seslendi:
- "Allah'tan korkmaz mısınız?
Gerçekten ben size gönderilen güvenilir bir
peygamberim.
Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Eksiltip hak yiyenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların mal ve haklarını gaspetmeyin. Putlara tapmaktan vazgeçip Yüce Allah'ın emirlerine itaat edin.
Bu sözlere inanmayan kavim birgün Hz. Şuayb'a şöyle dedi:
- "Eğer doğru sözlü isen, hemen üzerimize gökten
parça düşür de görelim."
Böyle dediler, çünkü Allah'ın azabından haberleri yoktu.
Hz. Şuayb Medyen halkını bıkmadan usanmadan defalarca hak dinine davet edip durdu.
Bunun üzerine Hz. Şuayb onları son defa uyarıp kendine inananlar ile birlikte Medyen'i terketti.
- Benim Rabbim herşeye kadirdir. Birkaç akrabama değil, Allah'a güveniyor, O'na sığınıyorum. Elinizden geleni geri bırakmayın.
Hz. Şuayb'ın ayrılışından sonra, Medyen halkı bir gece korkunç bir gürültü ile yataklarından fırladılar. Korkunç ses büyük bir zelzelenin habercisiydi. Hiç bir yere kaçamadılar. Yüce Allah'ın azabı çok şiddetli olmuştu. Tek canlı dahi kalmamıştı.
Hz. Şuayb daha sonra Eyke'ye gidip, Eyke ahalisini imana davet etmeye başladı ancak onlarında Medyen'lilerden farkı yoktu. Onlarda puta tapmaktan vazgeçmiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Şuayb Allah'ın izni ile kendine inanlar ile birlikte Eyke'den ayrıldı.
Hz. Şuayb'ın Eyke'den ayrılmasından kısa bir süre sonra Eyke'lilerin başına gelecek felaket kendini göstermeye başladı.
Eyke'de çok büyük bir sıcaklık başlamıştı. Ağaçlar kuruyor, otlar sıcaktan yanıyordu.
Sular durduğu yerde kaynıyordu, Sıcaklığa dayanamayanlar birer birer ölüyorlardı. Bu böyle yedi gün devam etti. Sekizinci günün ilk saatlerinde gökyüzünde simsiyah bir bulut gözüktü. Herkes koşarak bulutun altına gitmişti. Bu şekilde sıcaktan kurtulmaya çalışıyorlardı.
Fakat birden bulutlardan ateş yağmaya başladı. Hiç kimse bu ateşten kurtulamazdı. Kurtulamadılarda. İnkarcıların hepsi yanarak can verdi.
Hz. Şuayb Mekke'de ölümüne kadar peygamberlik görevine devam etti. Öldüğü vakit üçyüz yaşında idi.
|
Hz. Musa ile Hz. Harun -1-
HZ. MUSA ile HZ. HARUN
Hz. Yakûb'un neslinden gelen kavme İsrailoğullan denilir. Bu kavim yaklaşık 10 asırdır Mısırda yaşamaktaydı. Nil sayesinde bolluk ve bereketler ülkesi olan Mısır'ı Firavunlar idare ediyordu. İsrailoğullarının sayısı her geçen gün dahada artıyordu.
Bu durum Mısın idare eden Firavunlan çok korkutuyordu.
Çünkü birgün Mısın Israiloğullarına kaptıracaklarından korkuyorlardı. Bu korku zalim Mısır Firavununu daha da acımasız hale getirmişti. Bu yüzden İsrailoğullarını rahat bırakmıyor onlara her türlü ızdırabı çektiyordu. Onlara türlü türlü eziyetler ediyor, ellerindeki malları mülkleri alıyordu.
Firavun birgün gördüğü rüyanın etkisiyle oldukça korkmuş ve kahinlerini falcılarını çağırtmışti.
Kahinler Firavunun rüyasını şöyle tabir etmişlerdi.
- Ey Firavun! Senin sonun yeni doğacak bir erkek İsrailoğlunun eli ile olacak.
Bunun üzerine, İsraillilerin çoğalmasından zaten endişe duyan Firavun şu emri verdi.
- Yeni doğan İsrailoğullarını öldürün!
Böylece Firavunun askerleri yeni doğan erkek çocuklannı öldürmeye başladılar.
Israiloğulları soyundan gelen İmran'ın bir oğlu oldu.
Ogluna Musa adını koydu. İmran hanım oğlu olduğu
için çok üzülüyordu. Oğlunu üç ay herkesden gizledi.
Fakat çok korkuyordu. Sonunda Yüce Allah anneye
şöyle buyurdu:
- "Bir sandık yap. Musa'yı içine koy ve Nil nehrine bırak."
Anne Allah'ın buyurduğu gibi yapmıştı. Nil nehri Musa'nın sandığını Firavun'un sarayına kadar götürdü.
Saraydakiler sandığı görünce çok şaşırdılar. Firavun sandığı getirmeleri için emir verdi. Sandığı açtıklarında Musa'yı gördüler. Firavun çocuğun öldürülmesini söyledi. Ancak Firavun'un hanımı Asiye Musa'yı yanına almak istedi. Firavun kabul etmişti. Ne varki
Asiye Musa'yı emziremiyordu. Birçok süt anne gelmesine karşın Hz. Musa hiçbirini emmiyordu. Musa'nın ablası sarayda çalışıyordu. Izin alarak annesini saraya getirdi.
Üç gün sonra nihayet Musa emmeye başladı. Hiç kimse Asiye'nin Hz. Musa'nın annesi olduğunu bilmiyordu. Yıllar böyle geçti. Artık Hz. Musa sarayda bir prens gibi büyüyordu.
Günlerden birgün Hz. Musa çarşıya çıkmıştı. Bir İsrailli ile bir Mısır'lının kavga ettiklerini gördü. Mısırlı sürekli vuruyordu. Musa onlan ayırmak istedi. O sırada Mısır'lıya vurmak zorunda kaldı.
Ancak vuruşu biraz sert olmuştu. Mısır'lı oracıkta ölmüştü. Bunun üzerine hızla oradan uzaklaştı. Saraya dönmüştü. Allah'a yalvardı ve tövbe etti. Üstelik öldürmek için vurmamıştı. Musa'yı gören olmamıştı. Ertesi gün Musa şehirde gezerken aynı israillinin yine kavga ettiğini gördü. İsrailoğulunu azarladı ve kavgayı ayırmak için araya girdi. Fakat İsrailoğlu korktu. Musa'nın kendini vuracağını zannetti ve şöyle dedi;
- Musa.. Musa.. Dün bir Mısırlı'yı öldürdün. Bugün de beni mi öldüreceksin?
Kimse birgün önce ölen adamı kimin öldürdüğünü bilmiyordu. Ama şimdi herkes haberdar olmuştu. Musa hemen oradan ayrıldı. Artık Musa'nın adam öldürdügünü herkes biliyordu. Bunun üzerine Mısır'ı terkedip yollara düştü. Mısırdan çok çok uzaklaşmış, Medyen'de bir kuyunun yanıbaşında oturuyordu.
Öte yandan orada bulunan diğer insanlarda hayvanlannı sulatıyorlardı. Birden birşey Musa'nın dikkatini çekti. Koyunlannı sulatmak isteyen iki kız, kuyu başına inmiyor, dolayısıyla koyunlarınıda sulatamıyorlardı. Bunun üzerine Musa şefkatle sordu.
- Neden koyunlannızı sulamıyorsunuz?
Kızlar cevap verdi
- Once halk sulayacak sonra da biz. Biz kadınız ve zayıfız. Babamız yaşı ilerlemiş bir ihtiyar oldugu için biz buradayız. Bunun üzerine Hz. Musa hemen harekete geçti. Ve kadınların koyunlannı suladı. Kızlar teşekkür edip oradan ayrıldılar. Şimdi Musa nereye gidecekti? Kuyunun başında biraz dinlenmek için oturdu.
Kızlar da eve gitmişler ve Hz. Musa'nın yardımını
babalanna anlatmışlardı.
İhtiyar baba, Hz. Musa'yı misafir etmesi için kızlardan birini Hz. Musa'nın yanına gönderdi. Az sonra Hz. Musa kız ile beraber eve geldi. İhtiyara başından
geçenleri anlattı. Bunun üzerine ihtiyar şöyle dedi;
- "Korkma, artık bundan sonra güvendesin. Ben de Allah'ın peygamberlerinden Şuayb'ım. Eger benim yanımda sekiz yıl çalışırsan kızlarımdan birini sana nikahlarım.
Musa kabul etti ve çalışmaya başladı ve bu sekiz seneyi doldurdu. Daha sonra zevcesi ile beraber yola koyuldu. Gece olmuş ve çöl bayağı soğumuştu. Isınmak için ateşe ihtiyaçlan vardı. İleride bir ateş gördüler. Musa hanımını orada tuttu ve ateşe doğru tek başına ilerledi. Oraya vardığında şöyle bir ses duydu;
- "Ey Musa, Ben senin Rabbinim. Hemen
ayakkabılannı çıkar, çünkü sen mukaddes vadi
Tuva'dasın"
Sonra Yüce Allah vahyetti;
- "Ben seni peygamberliğe seçtim. Şu sağ elindeki nedir ey Musa?"
- "O asamdır."
Yüce Allah buyurdu;
- "Onu yere bırak"
Musa'da öyle yaptı ve gördü ki asa yılan olmuştu.
Ällahü Teäla şaşkınlıktan donakalan Musa'ya yeniden buyurdu.
- "Onu tut! Korkma, biz onu yine eski haline çevireceğiz."
Sonra Yüce Allah şöyle buyurdu;
- "Ikinci bir mucize olarak elini koynuna koy, kusursuz olarak bembeyaz çıksın."
Daha sonra Allahü Tealä Musa'yı Firavun'a gonderdi.
Firavun ile konuşmasını istedi
Bunun üzerine Hz. Musa;
- "Ey Rabbim, lisanımın açılmamasından korkuyorum; Onun için kardeşim Harun'a da peygamberlik ver."
Onunla sırtımı kuvvetlendir.".
|
Hz. Musa ile Hz. Harun -2-
Allahü Tealä, Harun'a da peygamberlik vermişti.
Hz. Musa ile Hz. Harun, Yüce Allah'a, Firavun'un kötülük edebileceğini bu yüzden endişeleri olduklarını söylediler.
Ancak Yüce Allah onlara: "Aklınıza gelenlerin bışınıza gelmesinden korkmayın. Çünkü ben sizinle beraberim.
'Herşeyi işitiyor ve görüyorum. Onun zulmünden sizi koruyacağım.
Hz. Musa ile Hz. Harun, Rab'lerinin emrine uyup, Mısır'a Firavun'a gittiler.
Firavun yıllar sonra Hz. Musa'yı kardeşi ile birlikte karşısında görünce çok şaşırdı. Üstelik Hz. Musa'nın kendini Hak yola davet etmesine de çok kızmıştı.
Onu nankörlükle suçladıktan sonra. Işlediği cinayeti hatırlatıp, Hz. Musa'yı suçladı. Ancak Hz. Musa masum olduğunu olayın bir kazadan ibaret olduğunu söyledi.
Ancak Fıravun, Hz. Musa'nın başına kakmaya devam edip onu yediği ekmeğe nankörlük etmekle suçlayıp zor duruma sokmak istiyordu. Ne varki Hz. musa'nın verdiği cevaplarla köşeye sıkışan Firavun onu delüikle suçlarnaya başladı.
Peki seni Peygamber seçen Rabbin kimdır?
- Benim Rabbim bütün kainatı yaratan, insanları ve canhları besleyip büyüten, eşi ve benzeri olmayan, alemlerin yegane hakimi olandır.
Firavun iyice öfkelenmişti.
Peki bir delilin var mı? Bu söylediklerinin doğru olduğuna nasıl inanalım.
Bunun üzerine Hz. Musa, asasını yere attı.
Asa birden yılana dönmüştü. Elini cebinden çıkarınca eli bembeyaz olmuş. Müthiş bir ışık saçmaya başlamıştı.
Ancak Firavun ve yanındakiler bunu sihre yordular. Hz. Musa'nın mucizelerini boşa çıkarmak onun davasını hiçe indirmek için ülkenin dört bir tarafından sihirbazlannı davet etti.
Sihirbazların Hz. Musa ile karşılaşacaklan gün gelip çattı. Büyük bir kalabahk meydanı doldurmuştu.
Önce kimin hünerini göstereceği konusunda münakaşalar oldu. Ancak Hz. musa önce sihirbazların hünerlerini göstermelerini istedi. Sihirbazlar ellerindeki ipler ve bastonlan yere bırakıverdiler. Meydan büyüklü küçüklü yılanlarla doluvermişti. Hz. Musa ve halka, bu yılanlar hareket ediyormuş gibi gösterilmişti. Firavun sevinçten dört köşe olmuştu. Çünkü sihirbazlannın galip geleceğinden oldukça emindi.
Hz. Musa bütün bunların sihir olduğunu biliyordu. Bu nedenle hiç endişelenmedi. Elindeki asayı yere bıraktı. Asa ejderi andıran bir yılana dönmüştü ve kısa sürmediki hepsini yutmaya başladı. Bunun üzerine, gerçeği gören bütün sihirbazlar iman ettiler. Bu duruma oldukça sinirlenen Firavun bütün bu olanların bir komplo oldugunu, bu müsabakanın planlı olduğunu iddia etmeye başlamıştı. Sihirbazlara Hz. Musa'ya iman etmemeleri için uyanda bulundu.
Ancak sihirbazlar imanlarından vazgeçmeyince onlan zindana attırdı.
İsrailoğulları'da topluca iman etmişlerdi. Bunun üzerine paniğe kapılan Firavun, Israilogulları'na baskı ve zulmü arttırdı. İsrailoğulları çektikleri eziyet karşısında adeta Hz. Musa'ya isyan edercesine itaat ediyorlardı.
- Neler oluyor ey Musa. Sen peygamber olmadanda eziyet çekiyorduk. Şimdide işkence görüyoruz. Değişen ne oldu ki?
Bu durum karşısında Hz.'Musa onlara sabırlı olmalarını beklemelerini tavsiye ediyordu. Firavun'un yakınlarından da bazı kimseler Hz. Musa'ya iman etmişti. Bunlardan biriside Firavunun zevcesi Asiye idi. Firavun bu durumdan haberdar olunca ona da çeşitli işkenceler yaptı. Sonunda imanından asla vazgeçmeyen Asiye'yi öldürdü.
Yüce Allah işkencelerini arttıran Firavuna ders olsun diye felaketler göndermeye başladı. Önce Nil nehri taştı ve her yer sellere boğuldu. Daha sonra ülkeyi çekirgeler sürüsü kapladı, peşinden korkunç bir kıtlık başladı.
Bunun üzerine Firavun; "Eger bu belalar ortadan kalkarsa iman edecegini" bildirdi. Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Musa'nın dualannı kabul etti.
Önce çekirgeler yok oldu. Mahsuller çoğaldı ve bolluk bereket yeniden geldi. Ama Firavun ve adamlan yine de iman etmediler. Üstelik iman edenlere baskı ve zulmü arttırdılar.
Yüce Allah, tekrar felaketler göndermeye başladı. Kurbağalar, bitler, Firavunu köşeye sıkıştırmış. Çaresiz bırakmıştı.
Her seferinde iman edeceğini bildiren Firavun, bu felaketler ortadan kalktıktan sonra yine iman etmemişti.
Hz. Musa'ya Mısır'dan çıkması için ilahi emir gelmişti. Kavmi İsrailoğullan ile birlikte filistine doğru gece gizli olarak yola çıktılar. Bu durumdan haberdar olan Firavun derhal askerlerini toplayarak onları takibe başladı. Kısa sürmediki İsrailoğullarına yetiştiler.
Firavun'un dev gibi bir ordu ile geldiğini gören, İsrailoğulları çok korkmuşlardı. Ancak Hz. Musa onlan sakinleştirdi.
- Ey İsrailoğulları korkmayınız. Yüce Allah sizi yıllar boyu süren işkencelerden nasıl kurtardı ise şimdi yine kurtaracaktır.
Yüce Allah'ın buyurmasıyla. Hz. Musa, asasını Kızıldeniz'e vurdu.
Asa denize değer değmez, denizin suları çekilmeye başladı. Ortadan yarılan su İsrailoğullarının geçmesi için müsait bir yol açmıştı. Bu mucize karşısında şaşıran ve o derece sevinen Israiloğulları bu yoldan geçerek karşı kıyıya geçtiler. Bu sırada onlara yetişen Firavun, hırsla onların gittiği yoldan peşlerine takılmıştı. Ancak tam denizin ortasına gelmişlerdiki birden sular çözülüverdi. Suların iki ucu bir birine ulaşınca, Firavun ve adamları suların altında kaldılar.
Olecegini anlayan Firavun, son anda imana gelmişti. Ancak Yüce Allah, onun imanını kabul etmedi. Böylece Firavun ve ordusu. Sulara kapılarak helak oldular.
İsrailoğuIIan böyle bir belayı Yüce Allah'ın sayesinde atlattıklan halde yine de Hz. Musa'yı hep üzmüşlerdir. Hz. Musa bu nankör kavim için yıllarca ugraşmıştır. Eriha şehrini kuşatırkende, hakkın rahmetine kavuşmuştur.
|
|
|
|
Açılışımızdan bugüne kadar 140397 ziyaretçi (309249 klik) bizi ziyaret etti!
|
|
|